29 Ekim 2010 Cuma

HZ. ÂİŞE: Sevgili'nin Sevgilisi




Tüm zamanların en unutulmaz yarışı ama izleyicisi yok. İki yarışmacıdan genç olanı bir çizgi çekiyor yere; bir başlangıç çizgisi. Oradan koşmaya başlayacaklar. Gömleğini beline bağlıyor iyice. Tuhaf bir yarış, yenilse üzülmeyecek. Sevgiyle bakıyor rakibine. O teklif etti yarışmayı. Düşünebiliyor musunuz, O! Bir kelimesiyle binlerce insanı peşinden sürükleyen, bir işaretiyle ayı ikiye bölen O! Hem de Bedir yolunda. Diğer ucunda tüm zamanların en önemli savaşının kendilerini beklediği o yolda gülümseyerek sordu:


- Âişe seninle yarış yapalım mı?

- Yapalım, ey Allah'ın Rasulü!


Yarışın başlaması için göz göze gelmeleri yetiyor. Hz. Peygamber ve sevgili eşi koşmaya başlıyorlar. O anda orada olmasalar da, milyonlarca izleyici, Hz. Âişe'nin kelimeleriyle şahit oluyor bu sevimli yarışa. İnsan Peygamber'in Bedir Savaşı'na giderken açtığı bu sevgi sayfasını hayranlıkla seyrediyorlar. Yarışı O kazanıyor. O, yani Peygamber. Yarışı kaybedeninse üzüntüsü değil, sevinci okunuyor yüzünden, "Bu Zulmecaz'daki koşunun rövanşıydı!" derken Nebî. Bu söz Hz. Âişe'yi yıllar öncesine götürüyor. Daha küçücükken babası Ebu Bekir'in yanında kazandığı o latif yarışa.

HZ AİŞE




Hz. ÂISE (r.a.)
Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ilk iman eden onun en sadik arkadasi Hz. Ebu Bekr es-Siddîk'in kizi ve Hz. Peygamber'in zevcesi. Hicret'ten dokuz veya on sene önce Mekke-i Mükerreme'de dogdu. Annesi Ümmi Rûmân binti Âmir ibn Umeyr'dir. Hz. Âise çok küçük yasta müslüman olmustur.

Resulullah, ilk zevcesi Hatîcetü'lKübrâ hayatta iken baska bir kadinla evlenmemisti. Onun vefatindan sonra bir süre daha evlenmedi. Resulullah, Hatice (r.a.)'in ölümüne çok üzüldü. Osman ibn Maz'un'un hanimi Havle binti Hakim, Resulullah'a gelerek Ebu Bekr es-Siddîk'in kizi Âise ile evlenmesini teklif etti. Sonra da Resulullah adina Ebu Bekr'e giderek kizi Âise'yi istedi.

Hz. Âise'nin Resulullah'a nikâhlanmasi Hicret'ten iki veya üç sene önce oldu. Kaynaklar, bu nikâhlanma sirasinda Hz. Âise'nin yasinin küçük oldugunu kaydetmektedir. Nikâhin kiyilmasindan iki yil kadar zaman geçtikten sonra zifâf vukû bulmustur.

Hz. Âise'nin o zaman dokuz veya on bir yasinda oldugu rivayet edilmektedir. Bu rivayetleri bazi tarihçiler cerhetmekte ve Âise validemizin evlendikleri zaman daha büyük oldugunu ileri sürmektedirler. Âise validemizden rivayet edilen bir hadiste, Hz. Cebrâil Âise'nin resmini ipek bir hirka içinde Resulullah'a getirmis ve "Bu, senin dünya ve ahirette zevcendir." demisti. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bâkire olarak nikâhladiklari tek zevcesi vâlidemiz Hz. Âise'dir. Resulullah onu çok severdi. Ona 'Hümeyra' lâkabini vermis ve: "Dininizin yarisini bu Hümeyra'dan aliniz" buyurmuslardir.


Hazret-i Âise, Medine'de Peygamberimizin muharebelerine katildi ve diger sahâbe hanimlari gibi harpte yaralilarin tedavisiyle bizzat mesgul oldu. Uhud gazâsinda sirtinda su ve yiyecek tasiyip yardim için Peygamber Efendimizin hep yaninda kalmisti. Hatta, peygamberimizin Uhud'da müsriklerin taslariyla yaralanan mübarek yüzlerine, hasir yakip, külünü basarak kanlarinin durmasini saglamisti.


Hz. Âise bir ara Uhud'da kiliçla cepheye gitmek istemisse de, Resulullah buna müsaade etmemistir.
Âise 14-15 yaslarinda iken Benu Mustalik (Müreysi') gazâsina Resulullah'la beraber katildi. Gazâ dönüsü tuvalet için geride kalmasi yüzünden iftiraya ugradi; savasa ganimet için katilan münafiklar Hz. Âise'nin, gecikmesi sebebiyle, kâfilenin ardindan yaninda Ashabtan Safvan ile birlikte geldigini görünce bunu kötü sözlerle ve çirkin bir sekilde yorumladilar.


Yolda bu dedikodulara bazi müslümanlar da karisinca Hz. Âise çok üzüldü; Medine'ye gelince hastalandi. iftira, dedikodu etrafa yayilmisti. Atesi yükselerek yataga düstü. Bu arada kendisini fazla aramayan Rasûlullah'tan izin isteyerek babasi Ebû Bekir'in evine gitti.


Orada bir müddet kaldi; sabirla bekledi. Bu arada Rasûlullah diger hanimlarina ve sahâbeden en yakinlarina Âise'nin durumunun ne olabilecegini sordu. Hepsi de Hz. Âise'nin temiz ve suçsuz oldugunu söylediler; "Peygamberini fenaliklardan koruyan Cenâb-i Hak, size böyle bir seyi revâ görmez, sabreyleyin" dediler.


Aradan bir ay gibi uzun bir zaman geçinceye kadar danismalarini sabirla sürdüren Resulullah, sonunda Hz. Ebû Bekir'in evine ugradi. Hz. Âise'yi, anne, babasi ve sahâbeden bir hanimla aglar buldu: "Ya Âise, senin için bana söyle söyle söylediler. Eger sen, dedikleri gibi degilsen; Allah'u Teâlâ yakinda senin dogrulugunu tasdik eder.


Eger bir günah islediysen, tövbe ve istigfar eyle! Allah'u Teâlâ, günahina tövbe edenlerin tövbesini kabul eder. " buyurdular. Resulullah'in mübarek sesini isitince aglamayi kesen Hz. Âise babasina bakip cevap vermesini istedi.


Hz. Ebû Bekir ve Âise'nin annesi böyle söylentilere ve dedi-kodu yapanlara sadece sasirdiklarini söylediler. Hz. Âise ise: "Allah'u Teâlâ'ya yemin ederim ki kulaginiza gelen lâflarin hepsi yalandir, iftiradir, Allah biliyor ki benim bir seyden haberim yoktur.

Yapmadigim bir seye evet dedigimde kendime iftira etmis olurum. Sabretmek iyidir. Onlarin söyledigi sey için Allah'u Teâlâ'dan yardim bekliyorum." dedi. Günahsiz oldugundan, kalbinin temizligi ile ve kendinden emin olarak bekledi .
Bu sirada Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yüzünde vahiy alâmetleri belirdi. Hz. Ebû Bekir, Resulullah'in basinin altina bir yastik koyup üzerine çarsaf örterek beklediler.


Vahiy tamamlaninca Resulullah terlemis yüzünü örtünün altindan kaldirarak: "Müjdeler olsun sana ey Âise! Allah'u Teâlâ seni temize çikardi. Senin pak olduguna sahit oldu." deyip Kur'an'daki Nûr Suresinden, o an nazil olunan 10 ayeti okudu. Hz. Ebû Bekir hemen kalkip kizi Âise'yi basindan öptü, "Kalk, Resulullah'a tesekkür et." dedi.


Kendisi için ayet inecegini aklindan geçirmeyen Âise saskinlik içinde: "Hayir kalkmam baba vallahi kalkmam. Allah'u Teâlâ'dan baskasina sükretmem. Çünkü Rabbim beni Ayet-i Kerîme ile methetti." dedi. Ama, çok sevindi. iftirada bulunanlar zamanla hakîr ve zelîl oldular.
Peygamberimiz (s.a.s.) 632 senesinde hastalaninca son gününü Hz. Âise validemizin evinde geçirdi.

Rebiü'levvel ayinin onikinci pazartesi günü ögleden önce mübarek basi, Hz. Âise validemizin gögsüne yaslanmis oldugu halde vefat etti. Resulullah'in vefatindan sonra Ashâb-i Kirâm, Hz. Aise validemize müminlerin annesi adini vererek, ona büyük hürmet göstermislerdir. Hz. Âise de, sahâbe içinde, kirk yila yakin bir müddet daha yasamis ve pek çok hadis rivayet etmistir.


Hz. Âise'nin bu son kirk yillik hayatindaki en önemli olay; Cemel Vak'asi'dir. Hz. Osman'in karisiklik çikaran entrikaci asiler tarafindan sehid edilmesinden sonra halîfe olan Hz. Ali, katilleri bulmak ve kisas yapmak hususunda günün sartlari geregi olarak sabirla hareket etmeyi uygun bulmustu. Bu yumusak davranistan yüz bulan asiler taskinliklarini artirarak fenaliklarina devam ettiler.
Durum böyle endise verici bir hâl alinca Ashâb-i Kiram'in büyüklerinden bir kismi (Talha, Zübeyr...) Mekke'ye giderek o sirada hac için orada bulunan Hz. Âise'yi ziyaret edip, olaylara el koymasini ve kendilerine yardimci olmasini istediler.

Hz. Âise de; acele etmemelerini, sabirla bir köseye çekilip Hz. Ali'ye yardimci olmalarini tavsiye etti. Ashâb-i Kirâm'in büyükleri de Hz. Âise'nin tavsiyesine uyarak, askerleriyle Irak ve Basra'ya gitmeyi uygun gördüler. Hz. Âise'ye de: "Ortalik düzelinceye ve halifeye kavusuncaya kadar bizimle beraber bulun, bize destek ol, çünkü sen müslümanlarin annesi ve Resulullah'in muhterem zevcesisin, herkes seni sayar dediler.

Hz. Âise de, müslümanlarin rahat etmesi ve Ashâb-i Kirâm'in korunmasi için onlarla birlikte Basra'ya hareket etti. Bu gidisi asiler, Hz. Ali'ye baska türlü anlattilar. Bu arada Hz. Ali'yi de zorlayarak Basra'ya gitmesini sagladilar. Hz. Ali de Basra'ya gelince Hz. Âise'ye bir haberci yollayarak, olaylar ve yolculugu hakkindaki düsüncelerini sordu.

Hz. Âise, fitneyi önlemek ve sulhu saglamak için Basra'ya geldigini; öncelikle katillerin yakalanmasini istediklerini halife Hz. Ali'ye bildirdi. Bu görüsü Hz. Ali de uygun bularak sevindi. Memnun olan her iki taraf üç gün sonra birlesmeyi kararlastirdilar.
Bu baris haberini ve memnunlugu isiten münafiklar birlesmeye engel olmak için, gece karanlik basinca, her iki tarafa da ayri ayri askerlerle saldirdilar.

Taraflara da: "Bakin, karsinizdakiler sözünde durmadi" deyip bu gece baskini ile ortaligi karistirdilar. Karanlikta neye ugradiklarini bilemeyen müslümanlar harb etmeye basladilar. Her iki taraf da karsisindakini suçluyordu. iste bu iki müslüman grup arasinda meydana gelen çatismaya Cemel vak'asi denir.


Bu vak'ada Hz. Aise'nin ictihadi Hz. Ali'nin ictihadina uymamisti. Buna ragmen galib olan Hz. Ali, müminlere anneligi Kur'an-i Kerim ayeti ile sabit olan Hz. Aise'ye ikram ve izzette bulundu. "Ali'yi sevmek imandandir." hadisini haber veren Hz. Âise de Hz. Ali'yi çok severdi.
Daha sonra Hz. Ali'nin sehâdetine üzüldü ve çok agladi. Çünkü, sahâbiler birbirlerini çok severlerdi.


Hayatinin son devrelerini müctehid olarak bilhassa kadinlara mahsus hallere dair fikhî hükümlerde fetvalar vererek geçirdi. 676 yilinda Medine-i Münevvere'de vefat etti. Cenazesini Ashâbtan Ebû Hureyre (r.a.) kildirdi. Vasiyyeti üzerine Medine'de el-Bakî' kabristanina defnedildi.

Küçük yaslarda iken Âise'nin egitim ve ögretimiyle bizzat babasi Hz. Ebû Bekir (r.a.) ilgilenmistir. Bütün müminlerin annesi olan Âise validemiz daha küçük yaslarda iken okuma yazma ögrenmis, zekâsi ve kabiliyeti ile etrafinin dikkatini çekmistir. Ögrendiklerini unutmaz, ezbere tekrar ederdi.

Hafizasi çok kuvvetli idi. Akilli, zeki, âlime, edibe, iffet sahibi bir hanim idi. Pek çok konulari siirle anlatan sanatkârca bir ifadeye sahipti. Ashâb, karakter ve hâfizasina güvendikleri ayet-i kerime ile övüldügünü bildikleri için birçok meseleyi ondan sorar ve ögrenirlerdi.

Hz. Âise vâlidemiz babasi Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, Hz. Osman'in hilâfetleri zamaninda Hz. Peygamber'den isittiklerini müslümanlara anlatti. Devamli oruç tutar ve daima gece namazi kilardi. Hz. Âise fikih ve ictihadda keskin, kuvvetli görüse sahiptir. Fikih ilminin kurucularindan sayilir. Devrinin üstün âlimlerinden ve Fukahâ-i Seb'a*dandir.

Hz. Âise, güzel ahlâkli, merhamet dolu, cömert ve ibadete düskün, çok zeki bir sahâbiydi. Hepsinin basinda en mümtaz vasfi ise islâm'a ve ilme olan büyük hizmeti idi. Müslüman bilginler arasinda yaygin bir rivayete göre fikih ve dinî ilimlerin dörtte birini Hz. Âise nakletmistir.
Ebû Mûsa el-Es'ârî: "Bizler, müskül bir mesele ile karsilastigimizda gider Hz. Âise'ye sorardik." demistir.

Abdurrahman b. Avf'in oglu Ebû Seleme: Resulullah'in sünnetini Hz. Âise'den daha iyi bilen; dinde derinlesmis, Ayet-i Kerîme'lere bu derece vâkif ve sebeb-i nüzulleri bilen, ferâiz ilminde mâhir bir kimseyi görmedim." demistir.


Hakkinda imam Zührî: "Eger zamaninin bütün âlimlerinin ve peygamberimizin diger zevcelerinin ilmi bir araya toplansa, Hz. Âise'nin ilmi yine daha agir basardi" derdi.
Atâ b. Ebî Rebâh; "Hz. Âise, ashâb içinde en çok fikih bilen, isabetli rey bakimindan en ileri gelen bir kimse idi." demistir.

Tabiinden Mesruk; "Allah'a yemin ederim ki, Ashâb-i Kirâm'in ileri gelenlerden bir çogu gelir Hz. Âise'den Ferâiz'e ait sorular sorar ve ögrenirlerdi." demistir.
Hz. Âise Peygamberimizden ikibinikiyüzon hadîs rivayet etmistir. Kendisinden de Ashâb ve Tabiin'den bir çok kimse hadîs nakletmislerdir. Sahih hadis kitaplari Hz. Âise'nin fetvalari ile doludur. Ahmet b. Hanbel Müsned adli eserinde de Âise'nin rivayet ettigi hadislerinden uzun uzun bahseder .

Hz. Âise'nin naklettigi hadislerden bazilari:
"Ey Âise, Allah, kullarina lutf ile muamele edicidir. Her iste yumusak davranilmasini sever."
"Her gün yirmi kere ölümü düsünen kimse, sehidlerin derecesini bulur"
"Resul-i Ekrem (s.a.s.) 'in en ziyade hoslandigi ibadet, devamli olani idi, az olsa bile."
"Sekir (sarhosluk) veren her içki haramdir. "
Hazret-i Peygamber (s.a.s.) söyle buyurmustur: "Cebrâil hiç durmaz komsu hakkina hürmet olunmasini bana tavsiye ederdi. Hatta ben yakinda komsuyu mirasçi kilacak sandim. "


Kaynak: Samil Islam ansiklopedisi

13 Ağustos 2010 Cuma

HZ MUSA VE KARUN




ALLAH( cc)'ın rahmeti bereketi ve mağfireti tüm müslümanların üzerine olsunsalat ve selam alemlerin efendisi peygamber efendimiz HZ MUHAMMED MUSTAFA (sav)'in


onun ehli beytinin ve ashabının üzerine olsunaminşimdi musa as ile karun arasındaki kıssayı elimiz ve dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışacağım inşaallah


Karun ve musa as akrabadırbu devamlı musa as ile beraber dolaşırdostu peygamber olduğu için Karun dört dörtlük müslüman görüntüsündedir ALLAH(CC)


musa as bütün ilimleri öğretmiştirbunlara simya ilmide dahildirsimya; dokunduğu her şeyi altın yapabilme ilmidirkarun bu ilmi musa as dan öğrendiöyleki dokunduğu her şeyi altın yapmaya başladıtabi bu kadar dünyalığa meyledince dinden uzaklaştıkul olduğunu unuttuserveti gün geçtikçe arttı


hazinelerinin anahtarları 40 deve yükü idimusa as karuna nasihat verdiysede dinlemedi gizliden gizliye musa as düşmanlık duymaya başladıve yüce yaratıcıdan emir gelmeye başladıçünkü haddi iyice aşmıştı


artık musa as bir gün bile görmeğe tahammül edemiyordumusa as nasıl rezil edebilirim diye çok sinsi bir plan yaptıo kadar zengindiki istediğini yaptırmaya sahiptibu plan şöyleydi;o civarda oturan zinakar bir kadın vardıbu kadın musa as kalabalık bir yerde gördüğü zaman hemen bağırmaya başlayacak ve musa as kendisiyle yattığını söyleyecektibunu yaptığı taktirde kendisini altına boğacağını söyledi


ve nitekim öylede oldu musa as kalabalık içinde dolaşırken zinakar kadın birden bağırmaya başladışu kendisinin peygamber olduğunu söyleyen adam varya yalancıdır o benimle zina yaptı sahtekarın biridirbu sözler karşısında musa as utancından kıpkırmızı olur ve çok sinirlenir kadına dönerek derki ;yüce yaratan ALLAH aşkına doğruyu söyle sen benimle zina yaptın mı?



herkes merakla kadına bakar kadında yaptığından pişman olup söyle dedi;yemin olsun ki musa as ile zina yapmadım benim böyle demem için karunla anlaşma yaptımher şeyi karun planladıkarunda o arada halkın içindeydimusa as ALLAH'a şöyle yalvardı


ya rabbi senin peygamberine iftira atan ve haddi aşan bu adamı sana havale ediyorumo esnada yer sarsılmaya başladı ve birden karun yere gömülmeye başladı ve tabi bütün altınları malı mülküdeşaşan ve haddi aşan karun helak olup yerin dibini boyladıişte ibretlik bir olay RABBİM bizleridi şaşırtmasınAMİN

SAHIDIZ YA RABBI



Şahidiz Ya Rab !..


Ashabıyla yaptığı bir yolculukta Efendimiz'in karşısına bir bedevi çıktı Allah Rasulü sav bedeviye sordu:Şahidiz Ya Rab !..

- Nereye gidiyorsun?- Ailemin yanına
- Bir hayır yapmaya var mısın?- Nedir o?
- Allah'tan başka bir ilâh olmadığına, O'nun eşi ve benzerinin bulunmadığına,Muhammed'in onun kulu ve rasulüolduğuna şehadet edeceksin
- Söylediklerinin doğruluğuna şahidin var mı

- Evet, şu ağaçAllah Rasulü vadinin sağ kıyısında duran ağacı çağırdı Ağaç yeri yararak geldi Peygamberimiz'in önünde durdu Allah Rasulü ağaca üç defa şahitlik ettirdi Ağaç da şahitlikte bulundu ve eski yerine döndü Bedevi kabilesinin yanına gitmek üzere ayrılırken şunları söyledi:- Kabilem beni dinlerse onları da getiririm, yoksa ben sana döner, seninle olurum

* * *Hani veda ederken sormuştun ya, ey Allah'ın Sevgili Rasulü, “tebliğ ettim mi?“ diyeEttin ya Rasulallah!Ağaçlar bile şahit, yollar şahit, ikiye ayrılan ay şahit, kovulduğun şehir şahit, taş şahit İnanmayanlar bile şahitVe şahidiz ki ya Rasulallah , davet sürüyor Vârislerin her an, önce güzel halleriyle insanı insan olmaya, kendini bilmeye davet ediyorŞahidiz ya Rab!


alıntı

OLUM ANINDA AZRAIL AS GORUNUSU




Bir gün hz İbrahim , Azrail'e sorar: "Ey Azrail, kötülerin ruhunu Ölüm Anında Azral'in Görünüşü alırken onlara nasıl görünürsün?"
Azrail bunu kendisinden istememesini, dayanamıyacağını söylesede hz İbrahim ısrarlıdır Öyleyse arkanı dön derhz İbrahim tekrar döndüğünde gördüğü o korkunç şey karşısında bayılır Kendine gelincede derki: "Ey Azrail, inkarcı yaptığı bütün kötülüklere karşılık olarak, sadece senin şu halini görmüş olsa bile bu ona yeter!"
Halbuki daha ruhun alınması vardır, kabirde görecekleri vardırMahşer vardır Ve Cehennem vardırSonra, " birde müminlerin ruhunu alırken, onlara nasıl görünüyorsun?" diye sorar
Azrail, bu kezde o haliyle görünür hz İbrahim gördüğü şeyin güzelliği karşısında mest olur ve der: " Ey Azrail! Mümin ve Salih bir insan, hayatı boyunca yaptıklarına ödül olarak sadece bu güzelliği yaşamış olsa bile bu ona yeter!" Halbuki daha kabirde yaşayacakları vardır Cennet vardır Cennette Rabbinin Cemal'i vardır

DÜNYA SALTANATINDAN GERÇEK BÜYÜKLÜĞE





[Dünya Saltanatindan Gerçek Büyüklüğe: Belkis Kissasi HÜSEYİN OKUR Rahmet ve hidayet rehberi Kur'an-ı Kerim, peygamberlerin hayatlarından kıssalar nakleder Bunlar sayesinde geçmiş peygamberler ve ümmetleri hakkında bilgi edinir, kendimizi o zamanların içinde hissederiz Aslında bu kıssaların üzerimizdeki etkilerini sözlerle ifade etmek pek mümkün değildir Okur, dinler ve nasibimizi alırız İşte bu kıssalardan biri de Belkıs kıssasıdır ]



Tarih, yaklaşık olarak MÖ 1000 ila 900 yılları arasıdır Hz Davud as'ın oğlu Hz Süleyman as, babasının vefatından sonra hükümdarlık vazifesini devralmış, aynı zamanda Allah Tealâ da onu peygamberlikle görevlendirmiştir Süleyman as'a yeryüzünde hiç kimseye verilmeyen bir saltanat verilmiş ve yine sadece ona has mucizeler ikram edilmiştir

O kuşlarla konuşmuş, cinlerden, insanlardan ve hayvanlardan oluşan çok kalabalık, çok ilginç bir orduya komuta etmiştir ‘Hüdhüd kuşu nerede?'

Hz Süleyman as ordusuyla Yemen'e, Sebe halkını Allah'a imana davet etmek üzere sefere çıkmıştı Zira Sebe halkı ve başındakiler ateşe ve puta tapınmakta idiler Bu sefer esnasında Süleyman as Hüdhüd adlı kuşu aramış, ancak görememişti

Hüdhüd yerin altındaki suyu görür ve mesafesini tesbit edip bildirirdi Askerleri çok susayan Süleyman as Hüdhüd'ü göremeyince celâllenmiş ve “geçerli bir mazeretle gelmezse, onun canını iyice yakacağım” demişti Bu sırada Hüdhüd, Sebe krallığında Belkıs'ın sarayındaydı Belkıs, Sebe krallığının melikesiydi ve büyük bir ordu ile muhteşem bir hazineye hükmediyordu Hüdhüd Sebe krallığında bir süre dolaşıp Süleyman as'ın yanına döndü

Gecikmesinin sebebini söyleyip özür diledi ve Sebe krallığında gördüklerini anlattı: - Sebelilere hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan Belkıs'la karşılaştım Onun ve kavminin Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm

Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş, dedi Süleyman as:

- Doğru mu yoksa yalan mı söylüyorsun bunu göreceğiz, dedi ve bir mektup yazarak Hüdhüd'e bunu Belkıs'ın sarayına götürmesini emretti Hüdhüd emre uyarak mektubu saraya götürdü ve Belkıs'ın odasına bırakıp geri döndü Meçhul mektup Belkıs, odasında bulduğu mektubu açtı ve okudu Sonra kavminin ileri gelenlerini topladı Onlara şöyle seslendi:

- Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakılmış Mektup Süleyman'dandır Mektubuna Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyor Bana karşı gelmeyin, teslim olun diyor Beyler, ulular, bu işte bana bir fikir verin Bilirsiniz, siz yanımda olmadan, size danışmadan hiçbir işi kestirip atmam Bunun üzerine ileri gelenler:

- Biz güçlü, kuvvetli kimseleriz, yaman savaşçılarız ama ferman senindir Düşün, kararını ver, neyi emredersen onu yapalım, dediler Belkıs:

- Ona bir hediye göndereyim Eğer o bu hediyeyi kabul ederse dünya hükümdarlarından birisidir ve bu bizim ondan daha yüksek ve kuvvetli olduğumuz anl----- gelir Şayet kabul etmezse, o Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir, dedi ve elçilerin hediyeyle birlikte yola çıkmalarını emretti Elçiler Süleyman as'ın karargâhına ulaşıp hediyelerini takdim ettiler Süleyman as elçilere:

- Siz bana maddi yardım yapmak mı istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği şey, size verdiğinden daha hayırlıdır Hediyeniz ile siz sevinin, ben değil! Hükümdarınıza dönün ve ona söyleyin ki, asla karşı koyamayacağı ordularla gelir, onları hor ve hakir bir durumda yurtlarından sürer çıkarırım, dedi Hakiki krallık neymiş anlaşılsın Elçiler geri dönüp Belkıs'ın yanına vardılar Süleyman as'ın dediklerini bir bir anlattılar

Bunun üzerine Belkıs kavminin ileri gelenlerini toplayarak Süleyman as'ın karargâhına doğru yola koyuldu Nihayet varmalarına az bir mesafe kala Süleyman as çevresinde bulunanlara:

- Ey ileri gelenler, onlar gelmeden önce hanginiz Belkıs'ın tahtını bana getirebilir? diye sordu Cinlerden biri:

- Sen yerinden kalkmadan önce getirebilirim, dedi Süleyman as, daha erken gelmesini istiyorum, deyince, kendisine Allah tarafından verilmiş bir ilmin sahibi olan Asaf b Berhıya:

- Sen daha gözünü açıp kapamadan onu sana getirebilirim Gökyüzüne bak, birazdan onun tahtını yanında göreceksin, dedi ve secdeye kapanıp İsm-i Azam duasını okudu Süleyman as hemen o anda Belkıs'ın tahtını kendi tahtının yanında buldu

- Bu Rabbim'in bir lütfudur Şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü diye beni sınamaktadır, dedi Ümmetinden birinin Rabbi'nin katında hemen duası makbul olunacak bir dereceye ulaştığını görmüş, hamdetmişti Süleyman as maiyetindekilere dedi ki:

- Tahtı Belkıs'ın tanıyamayacağı bir hale getirin Bakalım kendi tahtı olduğunu fark edebilecek mi? Emredildiği üzere taht değiştirilip, üzerindeki mecusilik ve putperestlik sembolleri söküldü Belkıs ve Sebe krallığının ileri gelenleri Süleyman as'ın huzuruna vardılar Misafirler ağırlandı, sohbet edildi Süleyman as “Senin tahtın da böyle miydi?” diyerek Belkıs'ın tahtını gösterdi Belkıs şaşırarak:

- Tıpkı o! Fakat ben onu surların içerinde bırakıp gelmiştim Onu koruyan binlerce asker vardı Buraya nasıl gelebildi? dedi Süleyman as cinlere, Belkıs gelmeden önce, onu ağırlamak için bir saray inşa etmelerini de emretmişti Sarayın avlusunun tabanını billurdan yaptırmış, altından sular akıtmış ve içine balıklar koydurtmuştu Süleyman as köşke kadar eşlik ederek Belkıs'ı içeri buyur etti

Belkıs avluyu görünce derin bir su sandı ve kaftanının eteğini topladı Süleyman as zeminin billurdan yapılmış şeffaf bir döşeme olduğunu izah etti Bütün bu yaşadıkları Belkıs'ı derinden sarstı Krallığı, sarayı, ihtişamlı hayatı gözünün önüne geldi ve anladı ki asıl ihtişam Allah'a ve O'nun sadık kullarına ait Tevbe edip Allah'a yöneldi Şöyle niyaz etti:

- Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim Süleyman'la beraber alemlerin rabbi olan Allah'a teslim oldum Öyledir; mal-mülkle övünmek, kendinde bir varlık vehmetmek, sadece kendine yazık etmektir Hakiki güç ve zenginlik Alemlerin Rabbi'ne itaat ve inkıyattır İnsanlar bunu anlasın diye peygamberler gönderildi Ve ibret alalım diye onların yaşadıkları bize anlatıldı

HZ MERYEM



Hz. Meryem ve Annesi
Bu geçitte, iman cilvesi ve direnç kaynağı olan İslam tarihinin en aydın yüzlerinden birisi...Hz. Meryem'in kıssası, Kur'an'da geçen en ilginç ve en güzel kıssalardan biridir.

Meryem'in dünyaya gelişi, anesinin hayat hikayesi, bakire bir genç kız olduğu halde gebe kalıp "Hz. İsa"yı doğurması gibi olaylar, Kur'an-ı Mecid'de etraflıca anlatılan pek şirin ve ilginç hadiselerdendir. Bu kıssa, özellikle Meryem suresinde tefsilatlı bir şekilde anlatılmıştır, biz burada, Meryem ve Âl-i İmran surelerindeki kıssayı özetle vermeye çalışacağız.


Meryen'in annesi "Henne" (veya "Hena"), Hz. Yakub soyunun büyüklerinden ve saygın bir dinadamı olan "İmran"la yıllardır evli olduğu halde halâ çocukları olmamıştı. Yıllar geçti... Fakat bütün bekleyişi boşa çıkmıştı. Nihayet bir gün Allah Tealâ'nın dergâhına sığınarak bütün kalbiyle ona tazarruda bulunup yakardı:

"İmran'ın karısı dedi ki: "Rabbim! Karnımda olanı...


-dünyaya geldiği zaman Senin evinin hizmetkârı olması için
-serbest bırakacağıma dair adakta bulunuyorum.
O halde sen de bu adağı benden kabul ediver...
Şüphe yok ki Sen işiten ve bilensin!...! (Âl-i İmran, 35)Beyt'ul Mukaddese o devirlerde "Heykel" deniliyordu.

Bu mabedin yapımına Hz. Davud başlamış, oldu Hz. Süleyman tarafından ta tamamlanmıştı. İslâm devrinde, işte bu mabedin yanında "Mescid-i Aksâ "veya" BEYT'UL MUKADDES" inşa edildi.Temiz tıynetli bir kadın olan "Henâ"nın duası nihayet kabul olundu, Henâ gebe kalmıştı. Vakit tamamlanıp da doğum yapınca bebeğin oğlan değil, kız olduğunu gördü; bunu beklemiyordu! Bu nedenle "Ya Rabbi!" dedi, "Bu bir kız çocuğu!...

(Oysa ben, mabede daha iyi hizmette bulunabilmesi için bana erkek evlat verirsin sanmıştım)"Ancak, Allah Tealâ, bu kız çocuğunun ne kadar pâk ve temiz tıynetli olduğunu biliyordu elbet. Ancak, Meryem'in annesi, kız çocuğunun erkek çocuk kadar Allah'ın evine hizmet edemeyeceğini düşündüğünden

"Onun adını Meryem -âbide, ibadet eden kadın,
- koydum; onu ve soyunu, katından kovulmuş şeytanın şerrinden Sana sığındırırım." dedi. (Âl-i İmran, 36)Meryem'in annesi Hena, adağını yerine getirmesi ve ahdine vefa göstermesi gerektiğini biliyordu.

Bu nedenle, kız olmasına rağmen Meryem'i "İbadet eden kız" olarak Allah'ın evine adadı."Allah da Meryem'i güzel bir şekilde kabul ederek onu gereğince eğitip yetiştirdi."Babası, Meryem'in dünyaya gelişinden önce öldüğü için annesi Henâ, küçük yaştaki Meryem'i getirip Allah'ın evinin mütevellilerine teslim etti ve onlardan, çocuğunun, Allah'ın evine hizmet etmesi hususundaki adağını kabul etmelerini istedi."İsrailoğullarının en önde gelen dinadamlarından ibaret bulunan Beyt'ul Mukaddes mütevillileri, Meryem'in sorumluluğunu üstlenme ve onu yetiştirme hususunda ihtilafa düştüler.

Sonunda, kur'a çekmek için kalemlerini suya atmaya karar verdiler. Kimin kalemi su yüzüne çıkarsa şehrin muhterem ve tanınmış siması İmran'ın kızını o yetiştirecek, Allah'ın evinde onun velayet ve kefaletini üstlenme şerefi ona ait olacaktı.Hepsi kalemlerini suya attılar. Bütün kalemler suya gömülmüş, sadece Zekeriya'nın kalemi su yüzüne çıkmıştı!

Böylece Meryem'i eğitme ve yetiştirme görevi Meryem'in teyzesinin kocası olan Zekeriya'ya düşmüş oldu.Beyt'ul Mukaddes'te, yüksekçe bir yerde Meryem'e küçük bir oda yaptılar; eğitim ve terbiyesi Zekeriya'nın uhdesine bırakılmıştı.Meryem'in yiyecek ihtiyaçlarını karşılamakla da görevli olan Zekeriya, ne zaman Meryem'in yanına gittiyse onun önünde cennet yiyecekleri buldu; Meryem cennet yiyecekleriyle besleniyordu!"...

Zekeriya ne zaman mihraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu. "Ey Meryem, bu yiyecekler nereden geldi sana?" diye sorunca, Meryem, "Bu, Allah katındandır" dedi, "Şüphesiz Allah dilediğine rızık verendir." (Âl-i İmran, 37)Zekeriya, Meryem'in, Allah Tealâ'nın özel ihsan ve lütfuna mazhar olduğunu anlamıştı.


Böylece Meryem, peygamber-i İlâhî Hz. Zekeriya'nın özel bakım ve nezareti altında, emîn ilâhî mabedde yıllarca kaldı.Artık Meryem büyümüş, uzun boyu, ahlâkî ve fiziki güzelliği itibarıyle yaşadığı devrin en güzel kızı olmuştu. Halâ mabeddeki yüksek odasında yaşıyor; ancak bütün erkekler dışarıya çıktıktan sonra aşağıya inerek yerleri süpürüyor, mabedin temizliğiyle meşgul oluyordu.Bir gün yine küçücük odasında oturmuşken Allah'ın melekleri gelip "Ey Meryem! Allah'a gönülden itaat et!" dediler, "Secde et O'na, ve O'nun huzurunda tevazu gösterenlerle birlikte sen de tevazuda bulun!" (Al-i İmran, 43)


Başka bir gün yine melekler inerek "Ey Meryem" dediler, "Allah Tealâ seni Meryemoğlu İsa Mesih adlı bir bebekle müjdelemektedir. O, dünyada da ahirette de seçkin, onurlu, saygın ve Allah'a yakın kılınanlardandır."(Âl-i İmran, 45)- Hemedan'da yaşayan Amerikalı rahip Haks, "Mukaddes Kâmus" adlı kitabının 806. sayfasında "Efendimiz İsa, belli bir hizmet ve fedakarlıkla görevlendirilmiş olduğu için "Mesih" lâkabıyla adlandırılmıştır." der-"O, beşikte de, tıpkı büyüdüğünde olduğu gibi insanlarla konuşacaktır.


Ve o, salihlerdendir, Allah'ın has kullarından biridir." (Âl-i İmran, 46)Meryem "Allah'ım! dedi, "Şimdiye değin beşer eli bana değmemiş olduğu halde nasıl olur da bir oğlan çocuğu doğururum ben?" Bunun üzerine melek: "Bu böyle olacak, Allah dilediğini yaratır" dedi, "Allah Tealâ bir şeyin olmasını istediği ve onu irade ettiği zaman yalnızca" ol!" der, o da hemen oluverir! (Al-i İmran, 47)Bu kıssanın devanı Meryem suresinde geçer.


Allah Tealâ mezkur surede yaşadığı devrin en iffetli ve en temiz genç kızı olarak ün salmış bulunan çağın örnek kızı Meryem'in nasıl hamile kaldığını şöyle anlatır:"Ey Peygamber! Meryem'i de hatırla! Hani o ailesinden uzaklaşıp, yaşadığı kentin doğu tarafından bir yere çekilmişti.""Sonra onlara karşı- kendisini gizleyen -bir perde çekmiş ve suda yıkanmaya koyulmuştu. İşte tam bu sırada ona Ruh'ul Kudüs'ü Hz. Cebrâil - gönderdik. ruh'ul Kudüs, yakışıklı ve çekici bir erkek kılığında ona göründü. Ansızın karşısına dikilen güzel vücutlu ve çekici erkeği gören

Meryem "Allah'a sığınırım!" dedi, "O'ndan, senin kendisinden korkup çekinmeni, takva sahibi bir insan olmanı ve hakkımda kötü şeyler düşünmemeni sağlamasını dilerim!"Allah'ın görevlendirmiş olduğu Ruh'uh Kudüs "hayır! dedi. "İnsanoğlu değilim ben" Rabbinin elçisiyim, sana O'nun tarafından tertemiz bir erkek çocuğu armağan etmek için gönderildim."Meryem "Ben nasıl çocuk doğururum?" dedi, "Bana erkek eli değmemişken ve zinada da bulunmamışken?!"İlâhi melek "İşte böyle" dedi, "Rabbin bu işin olmasını dilemiştir. Rabbin, bu iş benim için pek kolaydır, diyor, biz onu, insanlara gücümüzü göstermek üzere bir alâmet kılıyor ve tarafımızdan bir rahmet biliyoruz. Velhasıl, bu işin artık olup bittiğini bilmen lazım!" (Meryem, 16-21)


Genç, bakire iffetli ve vâkur bir kız olan ve o sırada çıplak bir halde yıkanmakla meşgul bulunan Meryem'in karşısında Ruh'ul Kudüs'ün maddeleşerek insan kılığına bürünmesi ve onunla konuşması; çıplak olduğu bir sırada kendisinden bir adımlık mesafede güzel bir erkekle ansızın karşı karşıya kalan

Meryem'in aniden sarsılarak kanama geçirir gibi olmasıyla sonuçlandı.İşte bu olayla birlikte, bütün bilim kurallarına ve tabiat kanunlarına aykırı olmak üzere tamamen esrarengiz bir şekilde ve mutlak anlamda yalnızca Allah Tealâ'nın iradesi sonucu

Meryem gibe kalmış oldu!.. Yeryüzü yaratılalıberi ilk kez gerçekleşen ve daha sonra da benzeri vuku bulmamış olan bir hadiseydi bu!..Evet, bu apaçık bir mucizeden, Allah Tealâ'nın iradesinden başka birşey değildi. Zaten O'nun iradesi tabiat kanunlarının ötesinde, bütün bilim kurallarının üzerinde ve bizim hesaplarımızın fevkinde değil midir daima?

Böylece Meryem, Allah'ın ruhu ve O'nun iradesiyle hamile kalmış oldu ve bu hamilelik duygusu onu, gözlerden uzak bir yere çekilmeye itti. Burada doğum sancısı başlamıştı.Çaresiz, bir hurma dalına sığındı.El değmemiş genç ve iffetli bir kızken hamile kalmıştı ve şimdi de doğurmak üzereydi! Bunu düşünmek bile zihnini alt-üst ediyor, tüylerini ürpertiyordu.

Bu nedenle, dayanamayıp "Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!" dedi. İşte tam bu sırada kupkuru bir halde bulunan hurma ağacının altından bir ses yükseliverdi: "Ey Meryem, üzülme, hüzne kapılma! Rabbin, ayaklarının altından bir pınar akıtmakta ve bunu, sana olan lütuf ve kereminin bir belirtisi olarak göstermektedir"."Ey Meryem! -Demin kupkuru olduğu halde şimdi ansızın yeşermiş ve meyve vermiş bulunan- hurma dalını salla, taptaze hurmalar dökülüversin sana! Sonra da o taze hurmaları ye.

Gözün aydın olsun! Sen bebeğini doğurduktan sonra bedhah ve kötü yürekli yahudiler seni eleştirir ve bu çocuğu nereden getirdiğini sorarlarsa onlara "Ben Allah Tealâ için oruç adağında bulundum, bugün kimseyle konuşmayacağım" de. (Meryem, 22,26)

Derken, Meryem doğum yaptı. Pek şirin ve güzel bir bebek olan minik İsa'yı tertemiz bir şekilde ve kundaklanmış olarak alıp kavmine getirdi. Bu hadisenin vuku bulduğu şehir, Filistin'de bugün Hz. İsa'nın doğum yeri olarak tanınan "Nâsıre" dir.


Hz. İsa Nasıre'de dünyaya geldiği için ona "Nâsıreli İsa" derlerdi; nitekim bugün izleyicilerine "Nesârâ" ya da "Nasrânî" denilmesinin nedeni de budur.Yakuboğullarından, yani İsrailoğulları soyundan olan ve yahudi kavmine mensup bulunan Meryem, o hal ve vaziyette, kucağında bir bebekle kavmine gelince, ona "Ey Harun'un kızkardeşi!" dediler, "Ne baban kötü biriydi, ne de annen... Sen bakire bir genç kızdın, bu çocuğu nereden getirdin?!"

Bu sırada Meryem, gaybî bir ilhamla, eliyle çocuğuna işaret ederek bunu ondan sormalarını istedi. Bunun üzerine onlar "Kundaktaki bir bebekle nasıl konuşalım biz?!" dediler. (Meryem, 27-29)İşte bu sırada, kundaktaki bir bebek olan İsa "Ben" dedi, "Allah'ın kuluyum!.. Semâvî kitabın -anlamı- verilmiştir bana; Rabbim peygamber kılmıştır beni!..

Nerede olursam olayım, Rabbim orasını bereketlendirmiş ve bana, hayatta olduğum müddetçe namaz kılmanı, zekat vermemi, anneme karşı iyi olmamı, zalim ve taşyürekli olmamamı tenbihlemiştir!.. Selam bana; doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün!.."Allah Tealâ, Tahrim suresinin son âyetinde


Hz. Meryem'in kişiliğinden şöyle sözeder:"İmran'ın kızı Meryem, imanlı bir insan hususunda verilecek en mükemmel örnekti. Rahmi tertemizdi -ırzını korumuştu- ve biz de ona kendi ruhumuzu üfledik. O, Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdiklerdi; şahsen, Allah Tealâ'ya gönülden bağlı olan ve O'na itaat eden kullardandı."


İffetinle misâl oldun insanlığa yâ Meryem
Seni misâl almayan hanım olamaz yâ Meryem.
Seçti Allah yaptı seni numune-i imtisâl,
Bütün Cennet hurileri sana bende yâ Meryem…

HZ HACER VE HZ SARE


Hz. Hacer & Hz. Sare
Bütün bu acı olaylar yaşanırken İbrahim’in yanında ona iman eden, onu var gücüyle seven ve destekleyen bir kadın vardı. Onun inceliğine, merhamet ve sevgi dolu yüreğine cevap verebilecek güçlü bir kalbi olan, melekleri görmeye dayanabilen, ilahi olaylara tanık olmaya alışkın olgunlaşmış bir hal içindeki mübarek kadın Sare.
Hazreti İbrahim, yeğeni Lut peygamberle yollarını ayırıp başka bir yönde ilerlemeye başlamıştı. Kenan diyarında mesafeleri katediyorlardı. Filistin topraklarında yola devam ettiler. Bir bölgeye gelince Cebrail’den bir nida işitmişti Hazreti İbrahim.
Bu ülkeyi yüce Allah senin nesline verdi, diyordu güzel melek. Bu habere çok sevindi. Bunu karısı Sare’ye müjdeledi. Ama onu hüzne boğan bir müjdeydi bu. Çünkü Sare ile İbrahim’in çocukları olmuyordu.Bu evlat sahibi olmama meselesi onu çok üzüyordu.
- Ey İbrahim! Benim hiç oğlum olmadı. Olacağını da sanmam.
Bu durumda bizim soyumuz nasıl bu memlekete sahip olacaktır?
- Ey Sare! Sabırlı ol. Bu müjdeyi bize ulaştıran Rabbimiz elbette seni bir evlatla mutlu kılacaktır.İbrahim; ince, zarif anlayışlı, eşine sadık sevgili bir kocaydı. Karısını bu evlat işinde asla incitmiyor onu sürekli teselli ediyordu. Kendi üzüntüsünü içine gömüyor daha çok anne olamamanın acısıyla yüreği kavrulan sevgili
Sare’sinin gönlünü ferahlatmaya odaklanıyordu. Binlerce yıl önce çocuğu olmayan bir kadının bu halini başa kakma şöyle dursun onu incitmeme ve neticeyi Allah’tan dileme gibi bir gelenek mi vardı acaba. Yoksa her zamanda ve her coğrafyada nadide erkeklere özgü olan bu incelik, seçkin bir erkek olarak Hazreti İbrahim’in sabır ve şefkat dolu erdeminden mi kaynaklanıyordu? Bunu ölçüp biçmek bizi aşar gerçekten.
Mısır’ın yakınlarında bir yerleşim yerine büyük bir kafileyle vardıklarında gördüler ki burada büyük bir kıtlık var. Yüce peygamber uzun süre burada kalıp yanındakileri tehlikeye ve ölüm kalım savaşına atamazdı elbette.Şiddetli kıtlık soyumuzu kurutur, diye düşündü. Mısır’ın bolluk ve bereketlik bir yer olduğunu duymuşlardı.
Ülke sınırlarından giriş yaparlarken burada yabancı oldukları elbette anlaşılacaktı. Sare çok iyi huylu yumuşak ve itaatkar bir kadın olduğu gibi yüzü de çok güzel ve dikkat çekiciydi. Burası Firavun’un ülkesiydi ve Tanrı’yla yarışan bir hükümdar olarak bu adam elbette dilerse hoşuna giden bir kadının kocasını öldürtüp ona sahip olabilirdi.
Bunu hissetmiş olmalı ki Sare’ye kendisi hakkında bir şey soran olursa kardeş olduklarını söylemesini tembih etti. Bu ülkeye giriş yapmak Sare’nin ve İbrahim peygamberin yeni sınavlarla sarsılacakları günleri getirecekti. Aynen korkulan oldu ve şehre çok güzel bir kadının geldiğini duyan Firavun ona sahip olmak için adamlarını gönderdi.
İbrahim’i yanına çağırdı. Çaresizdi İbrahim. “Kim senin yanındaki kadın?” sorusuna “kız kardeşim.” Dedi. “Onu yolla bana.” Diye emretti Firavun. O da Sare’ye durumu izah etti. Zalim adamla aralarında geçen konuşmada söylediklerini boşa çıkarmamasını istedi. Sare: “Peki!” dedi. İçini sıkıntı kapladı.
Firavun onu görür görmez İbrahim’e hediyeler yolladı. Yani güzel karısını alıyordu elinden. İbrahim secdeye kapanmış acı içinde dua ediyordu. Her şeyini paylaştığı gözünün ışığı karısını koruması için Allah’a yalvarıyordu.Firavun Sare’ye elini uzattığı ve dokunmak istediği an o da, öyle bir inançla ve teslimiyetle
Rabbine yalvarmaktaydı ve İbrahim’in duasıyla onun iç yakarışı öyle birbirine geçmekteydi ki Firavun’un eli adeta taşlaşıyor ve dokunamıyordu Sare’ye bir türlü. “ Ey şanı yüce kadın! Mabutlara dua et de elim açılsın sana dokunmayacağım.” Dedi sonunda. Sare’nin duasıyla eli düzelince derhal yeniden harekete geçiyordu emellerini gerçekleştirmek için. Bu iş üç kez tekrarlanınca Firavun pes etti. Bu kadın normal yada sıradan bir kadın değildi.Adamlarına seslendi: “ Siz bana bir kadın değil bir şeytan getirmişsiniz!” diye gürledi. Onun kutlu bir kadın olduğunu düşündü içinden de: “Sana bir cariye bağışlıyorum.”
Dedi. İbrahim’e: “Bu senin karınmış, neden gizledin?” diye çıkıştı.Birçok hediyelerle onları ülke dışına çıkardı. Böylece Mısır macerası başlamadan son bulmuştu. Asıl tecelli şuydu ki; buradan çok kıymetli bir hediyeyle döneceklerdi.
Cariye olarak hediye edilen Hacer. Buralara sadece onu almaya gelmişlerdi sanki. Belki Kenan ilindeki kıtlık bile bu yüzdendi. Sare, hiç bilmeden bu iyi huylu, sade, güzel ahlaklı, az konuşan, büyük bir kavrayışla dinleyebilen köleye sahip olmanın sevinciyle ülkesine dönüyordu. Kim bilir, belkide artık istediği gibi zeki, anlayışlı ve teslimiyeti yüksek derecelerde olan bir cariyeye kavuşmuştu sonunda.
İbrahim Sare’yi sevmekle Allah katında ne kadar kıymetli ve has bir kadına sahip olduğunu anlamıştı bu Firavun’a büyük bir dirayetle direnme olayından sonra. Sevgisi ve saygısı kat kat artmıştı.Yanlarında cariyeleri Hacer olmak üzere tekrar yola koyuldular. Yollarda duraklama yerinde Allah’tan bazı nidalar duyarak çok geniş topraklara ve zürriyete sahip olacaklarına dair müjdeler alıyordu İbrahim. Bunun nasıl olacağını bilmiyordu.
Yaşlanmışlardı, çocuk sahibi olma yaşını çoktan geçmişlerdi ama evlat yoktu hala görünürlerde.“Ya Rabbim! Bu dünyadan çocuksuz olarak mı göçüp gideceğim.” Diye kalbinden niyaz ve serzenişte bulunuyordu insanların atası. Yatağından kalkıp dışarı çıktı: “Senin neslin gökyüzündeki sayısız yıldızlar gibi çok olacaktır.” Diye seslenildiğini duydu. İçi huzurla doldu. Güneş batmış hava kararmıştı.Sare’nin çadırına doğru ilerlerken aşağıdaki derede çocuklarını yıkayan adama takıldı gözü. Çadıra geldiğinde Sare’yi gördü; kapıda gördüğü manzarayı o da görmüş kim bilir belki de iç geçirmesine tanık olmuştu.
O hala Sare’sinin üzülmemesi için çırpınıyordu:- Sabredelim. Elbette bir gün bizim de olur, dedi yine karısını kollayarak.Onun bu asil ve sevgi dolu haline Sare artık karşılık vermek, bir fedakarlık etmek istiyordu:
- Artık yaşlandım. Yaşım sekseni yetmişi aştı. Artık belli oldu ki yüce Allah bana bir evlat vermeyecek. Benim yüzümdense eğer senin evlat sahibi olamaman, ben senin evlat sahibi olmanı isterim. Varsın o evlat benden olmasın.
- Senden olmasın mı ? Nasıl olur!
- Belki bir cariyeden olur. Ben ona da razıyım.
Düşündüm senin bir evlat sahibi olman için karara vardım. - Nasıl bir karar bu?- Mısır’da Firavun’un bana hediye ettiği cariyeyi eş olarak almanı istiyorum.Onu sana veriyorum. Onun doğuracağı çocuğu kendi çocuğum gibi sevip evlat hasretini giderebilirim. Kendi çocuğum gibi sever büyütürüm. Yoksa bu evlat hasreti bana da sana da çok dokunuyor…İbrahim bunun ilahi bir yanı olduğunu önceki birçok uyarıdan sonra hissetmiş olmalıydı. Teklifi kabul etti. Bu Sare’nin fazileti ve özverisiydi.
Demek ki kadınlar binlerce yıldır sevgi ve merhametin doruk noktasındayken, sonunu bilemedikleri irrasyonel bir özveri patlaması sergiler, sonuçlarını büyük bir şevkle göğüsleyebilecekleri bir güç vehmederler kendilerinde ama bu halis niyetlerle başladıkları işten nedense hep hezimetle çıkarlar. Kuran’da kendisinden söz edilme onuruna sahip mübarek bir kadın bile kendine yenilecektir bu naif konuda.
Her neyse. Bir kadın çok sevdiği, yıllarca hayatın her cilvesini paylaştığı, O’nun peygamberliğine olan inancıyla Rabbin lütuflarına mahzar olduğu kocasına bir incelik gösteriyor ve onu bir başka kadınla paylaşmaya bir zorlama olmaksızın rıza gösteriyordu. Bunu kendiliğinden istiyordu. Belki de fazlasıyla hassas ve kalbi sevgi dolu İbrahim aklından geçiriyordu böyle bir öneriyi, nefsi için değilse de ilahi müjdelerin tecelligahı olsun diye bir evlat istiyordu.
Sare önce davranmasa hiç getiremezdi böyle bir şeyi gündeme. Çünkü o incelerin incesi, sevgililerin sevgilisiydi.Hacer hamileydi. O sessiz, iyi huylu bir kadındı ve Sare’nin hakkını gözetecek kadar özenli ve saygılıydı. Yerini yurdunu bilen biriydi. Bir cariyeydi nihayetinde. Ama yine de bir peygambere ahir ömründe çocuk verecek olmak, bu gelmiş geçmiş en mükemmel insanlardan biriyle bir yastığa baş koymak, onun herkese gösterip de Hacer’ den tabii ki esirgemeyeceği rikkat ve belki derin bir muhabbete mahzar olmak onu biraz şımartıp Sare’ye saygıda kusur etmesine neden olabilirdi.
Yada hiç böyle şeyler olmasa da Sare o hassas ve ince çizgide birtakım vehimlere kendini kaptırıp tıpkı her beşerde olabilecek bir kıskançlığa kapılabilirdi. Bu güzel insan sıradan beşer yüzünü o günlerden bize bir mesaj gibi yollayacaktı anlaşılan.Hacer hamileydi. Bu Sare annemize dünyanın sonu gibi görünebilirdi birden.
Önceden kestiremediği bir takım duygular benliğini alev gibi kaplamış olabilirdi bu kutlu ve çilekeş kadının. Kıtlığı, hicreti, yokluğu, İbrahim’in ateşe atılışını, uğradıkları hakaretleri, ölümcül reddiyeleri ve korkuları her şeyi birlikte yaşamışlardı. Hep teslim olmuş, duruşunu hiç bozmamıştı annemiz.
Ama bu tecrübe başkaydı. Demek bir kadının yaşayabileceği en ağır deneyim alanlarından biri budur.Hacer hamileydi. Sare artık onun cariyeliğini yüzüne vuruyor, ağır işler buyuruyor ve kötü davranıyordu rivayetlere göre. Hatta kovuyordu onu bu diyarlardan bir bakıma. Hacer üzgündü. Bir cariyeydi o, Firavun onu Sare’ye hediye etmişti, Sare de onu kocasına vermişti. Ne yapabilirdi ki. Statüsü belliydi. Emir kuluydu bir bakıma. Fikrinin sorulduğu görülmüş şey değildir cariyelerin. Ama o sevmişti kocasını.
Çünkü peygamberler öyle güzel yüzlü, sağlam karakterli, adil ve onurlu oluyorlardı ki bir kadının böyle bir evliliğe hayır demesi imkansızdı.Sevmemesi de.Çok üzgündü. Bir sabah herkes uyurken kendini çöllere attı. Engin ve uçsuz bucaksız çöllerde kızgın güneşin altında yürümeye başladı. Artık bebeği düşünmüyordu bile. Çok aşağılanmış ve istenmeyen biri olarak onuru kırılmış, belki de yaşama sevincini kaybetmişti.
Allah’ın sevgili kulu İbrahim’e karnındaki İsmail’e ve onur abidesi Hacer’e yazık olacaktı.Çok susadı. Bir pınara rastladı. Son peygamberin büyükannesi kanarak su içmeye başladı. Cebrail bir yolcu kılığında görünmüştü. Bazı rivayetlere göre onunla biraz konuştu:“Senden doğacak çocuğun adı İsmail olacak. Geri dön ve oğlunu doğur.
Yüce Rabbin senin çektiğin acıları ve cefaları gördü, senin şikayetlerini duydu. Sen ve oğlun buralara yabancılaşacak, uzak illere yerleşeceksiniz.” “Sen kimsin?” diye sordu Hacer! “Ben yüce Allah’ın gönderdiği bir meleğim.” dedi Cebrail. Çocuğun adını İsmail koymasını da tembihledi.Hacer yolları geri döndü. Cebrail aleyhisselam ile karşılaştığı, su içtiği bu kuyuya; “Beni gören varlığın kuyusu” denildi. Bu kuyunun Kadeş ile Bared arasında olduğu söyleniyor.Geri dönerken yolları kuş gibi uçarak katetti.Aylar geçti. Çocuğu doğurdu. Sare de çok sevindi. Ama içi buruktu. İbrahim ona İsmail adını koydu.
Bu, meleğin sözlerini hatırlayan Hacer’i çok mutlu etti.Bazı kaynaklarda Hacer’in de elinde olmayarak Sare’nin kısırlığını yüzüne vurduğu söyleniyor. Böyledir. En güzel insan bile insan nihayetinde. Zaafa kapılmıştır belki.İşin hülasası şu ki, Sare çocuk doğuran bu yeni gelinle aynı yerde bulunmalarına, her sabah kalkıp; Hacer İbrahim ve ortalıkta koşuşan yada emekleyen İsmail üçlüsünün oluşturduğu mutluluk tablosuna, buna kendi kısırlığının eklenmesine artık taşınamaz bir yük gözüyle bakar olmuştu.
- Burada ya ben kalırım yada Hacer. Artık birine karar ver, dedi.Demek ki bu noktaya gelmek peygamber zamanından kalan bir insanlık durumu. İki kadın ve bir erkek dünyanın en içinden çıkılmaz bilmecesi. Sare hakkında yazı yazanlar, onunla ilgili gaddar, acımasız, kıskanç ..vs. diye kalem oynatanlar bilmelidirler ki bu tam vakıf olamadıkları bir hadisedir ve o kimi kaynakların sokaktaki bir kadından bahseder gibi aşağılayan bir ifadeyle Sare dedikleri insan Sare değil, Hazreti Sare’dir. Yani beşerdir ama öte yandan mübarek bir mümindir ve müjdeler almış, Allah’ın lütuflarına, meleklerin sevgisine mahzar olmuş bir insandır, Hazreti İbrahim’in sevgili can yoldaşıdır. Bir Peygamberin hallerini paylaşmıştır.
Hazreti Hatice gibidir bizim için.- Artık bu anayı da çocuğu da al ve benim yanımdan uzaklaştır, dedi.Bu onun zalim kıskanç kötü ve acımasız olduğunu göstermez. Demek ki bu koşullarda aynı evde aynı atmosferde yaşamak ağır bir imtihan, insan fıtratına uymuyor, sevimli gelmiyor. Kim bilebilir ki bunu. Burada bir incelik var. Söylenen şey; “Onu boşa ve kendinden uzaklaştır” değil, “sadece benden uzaklaştır” Katlanma eşiği bu kadar.
Belki de Safiye Erol’un dediği gibi, azametli bir hükümdarı, Firavun’u geri çevirmekten gelen bir naz-ü niyaz hakkı onun kullandığı. Hatırla ey İbrahim! “O Firavun’un odasına kapatıldığımda neler hissetmiştin.” der gibi. Demek şimdi de buna benzer bir üzüntü ve sıkıntı aynıyla Sare’ye geldi. Dayanamıyor. Bu asil, dirayetli, şefkatli kadın, her şeyi görmüş geçirmiş kadın mesele buraya gelip dayanınca katlanamıyor her ne hal ise.
- Neden bu talepte bulunuyorsun ey Sare ?!
- Çünkü dayanamıyorum. Onların halini gördükçe kısırlığımı ve hep kısır kalacağımı hatırlıyorum. Bu da beni kahrediyor dayanamıyorum.Hazreti İbrahim ne dediyse gönlünü alamadı.
- Peki, demişti o da. Biricik yavrumu İsmail’imi ve annesini buradan alıp götüreceğim. Onları yüce Rabbimin himayesine ve merhametine terk edeceğim. Hacer bırakıldığı yerde tevekkülle bekliyordu. Tevekkülün annesi. Tam burada, insansız ve susuz bütün yönleri, umutları söndürecek şekilde kaplayan bir çölün ortasında bir kadın ve bir bebek

. Elektrik kesilince hayatı duran bizler için hangi empati bize gecenin koyu karanlığı çökünce onların ne yaptıklarını, ne hissettiklerini bize duyurtur.Hacer’in yüreğini suyun bitmesi ve İsmail’in ağlamaya başlamasıyla birlikte bir endişe kaplamıştı. Onu gören ve koruyan Rabbinin nasıl bir sebeple imdatlarına koşacağını bilemiyordu.
Mekke vadisinin amansız sıcağında Safa tepesi olarak andığımız yere çıkıp bir baktı. Kim gelecek yardıma. Oradan Merve tepesine kadar koştu. Burası uzunca bir mesafedir.
Bunu yedi kez tekrarladı. Bu canhıraş koşmalar gayretin, çabanın, emeğin temsili. Hacer’in ruhuna en çok burada girebiliriz. Korku ve ümit arasında ama teslimiyetini hiç bozmadan “say” etmenin ne olabileceğini, üstteki kızgın güneşi hiç unutmadan burada hissedebiliriz.

HZ SARE VALIDEMIZ




Sare validemiz Hz İbrahim'in eşi Sare'nin şahsiyeti ve olgunluğunu, bıkmadan usanmadan sürekli eşinin Sare validemiz



Hz İbrahim'in eşi Sare'nin şahsiyeti ve olgunluğunu, bıkmadan usanmadan sürekli eşinin misafirlerine hizmet etmesinden anlamak mümkündürMisafirperverliğin adabından biri, yemeği çabuk hazırlamaktır Çünkü misafir


-özellikle de eğer yolcu ise-genelde yorgun ve açtır Dolayısıyla yemeğe ve dinlenmeye ihtiyacı vardır Bu yüzden onun yemeğini çabuk yapmak gerekir ki karnını doyurup dinlenebilsinSare, hep böyle davranırdıKur'ân-ı Kerim şöyle buyuruyor:


"İbrahim'in misafirlerinin haberi sana geldi mi? Misafirleri geldiğinde o, Sare'nin yanına gitti ve kısa bir sürede kavrulmuş bir kuzu getirdi"


Misafir sevgisi, İbrahim'in Sare'den razı olması ve bu ikisinden de önemlisi, Sare'nin Mahbub'a olan aşkı, onu öyle güçlü bir iman mertebesine ulaştırmıştı ki meleklerle konuşuyor, onların sözlerini işitiyorduBu maneviyat sebep odu ki yüce


Allah, bu fedakâr eşin ödülünü yaşlılıkta kendisine bağışladı ve melekler vasıtasıyla ona, peygamberlik şerefine nail olacak evlâtların müjdesini verdiKur'ân-ı Kerim şöyle buyuruyor:



"Melekler İbrahim ile konuştuğu sırada, eşi de orada ayaktaydı ve sevinçliydi Biz ona İshak'ı, İshak'ın ardından da Yakub'u müjdeledik (Yani Sare'ye çocuk (İshak) müjdesinin yanı sıra, torun (Yakup) müjdesi de verdik) Bunun üzerine İbrahim'in karısı, "Ben anne mi olacağım?! Oysa ben bir kocakarıyım, kocam da ihtiyar bir adamdır Bu gerçekten şaşılacak bir şey!" dedi Melekler ona, "Allah'ın işine mi şaşıyorsun?! Oysa Allah'ın rahmeti ve bereketleri siz nübüvvet hanedanının üzerinedir O, övgüye lâyıktır, yücedir" dediler

HALIL IBRAHIM BEREKETI




Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmışHalil ibrahim bereketi,anlamı nereden geliyor... Büyüğü Halil Küçüğü ise İbrahimHalil evli çocuklu İbrahim ise bekarmış Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş Bununla geçinip giderlermişBir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı İkiye ayırmışlarİş kalmış taşımaya Halil, bir teklif yapmış İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim Sen buğdayı bekle

-Peki abi demiş İbrahim Ve Halil gitmiş çuval getirmeyeO gidince, düşünmüş İbrahim -Abim evli, çocuklu Daha çok buğday lazım onun evine Böyle demiş ve, Kendi payından bir miktar atmış onunkine Az sonra Halil çıkagelmiş

-Haydi İbrahim Demiş, önce sen doldur da taşı ambara Peki abi ! İbrahim, kendi yiyeceğinden bir çuval doldurup düşer yola O gidince, Halil düşünür bu defa :

Der ki: -Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var Ama kardeşim bekar O daha çalışıp, para biriktirecek Ev kurup evlenecek Böyle düşünerek, kendi payından atar onunkine birkaç kürek Velhasıl biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine

Bu, böyle sürüp gider Ama birbirlerinden habersizdirler Nihayet akşam olur Karanlık basar Görürler ki, bitmiyor buğdaylar

Hatta azalmıyor bile Hak Teala bu hali çok beğenir Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki Günlerce taşır iki kardeş bitiremezler Şaşarlar bu işe Aksine çoğalır buğdayları Dolar taşar ambarları Bugün “Bereket” denilince,

bu kardeşler akla gelir Bu bereketin adı: Halil İbrahim bereketidircenabu hak hepimize halil ibrahim bereketi versin inşaALLAH

HZ HACER VALIDEMIZ


Hz Hacer Anlatıyor:Rabbimin işaretini bekliyerek ilerliyoruz
Yeryüzünde Rabbimin nimetlerinin görünürde bittiği bir yere gelince İbrahim durdu'Tamam burası' dedi Kendisi de biraz şaşkındı, zira etrafta siyah taş ve tepelerden başka hiç bir şey yoktu Hatta tek bir canlı dahi etrafta belirmiyordu
Rabbim elbette her şeyi en iyi bilendi bunda en ufak bir şüphemiz yoktu lakin etrafın zahiri bizi altatmıştı
Ben Ismaile sıkı sıkı sarıldım Halilullah, artık gitme vaktinin geldiğini bildirdi Hüzünlendim gözümden sicim sicim yaşlar boşaldı
Halilullah gözüme bakmadı arkasını döndü ellerini semaya açtı:'Ey Rabbimiz, ben zurriyyetimden bir kısmını senin Beyt-i Haram'ının yanınıda, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim
Ey Rabbimiz, namaz kılsınlar diye; artık
Sen de insanlardan bir kısmının onlara meylettir
Ve onları bazı meyvelerle rızıklandırUmulur ki şükrederler' duası bitince 'Rabbi heb li mines salihin' diye günlerce ettiği duanın semeresi olan Ismail'ine sımsıkı sarıldı
Göremediğim ama hissettiğim gözyaşlarını önüne katarak geldiği yöne doğru yöneldi Boğazımda biriken kelimeleri dökemedim
Belki çıkarabilseydim gitme kal diye bağıracaktım olmadı yapamadım Rabbimin muradını düşündüm tam teslim oldum Ismail'imin yanına oturdum
Güneş alabildiğine hararetli Ismail'i alarak bir tepenin gölgeliğine geçtim Halilullah'ın bize bıraktığı çadırı kurdum Yanımızda bize bir kaç gün yetecek yiyecek ve içecek vardı Halil giderken hiç bir şey söylememişti
Ne zaman dönecektiGünlerin seneler gibi geçtiği bir kaç gün sonra suyumuz bitmişti Sık sık dışarı çıkıyor Halil'in gittiği yöne bakıyordum Ismail'im Rabbimin mucizesi yavrum yanıma gelip daha tam çıkaramadığı kelimelerle susadığını anlatmaya çalışıyor ve ardından ağlıyordu Artık Ibrahim'den ümidimi kesmiştim
Çadırdan dışarı çıktım etrafa şöyle bir baktım iki tepe dikkatimi çekmişti bu tepelerin arasında belki bir su birikintisi olabilir diye düşündüm
Ismailimi bırakip koşarak ayrıldım Ibrahim ayrılırken yaptığı duayı ezberlemiştim bir yanda dilimden dua dökülüyor bir yandan da hızlı adımlarla ilerliyordum
Bir taraftan da arkama dönüp yavruma bakıyordum Daha çukur olan bir yere geldiğimde evladımı göremiyordum bu yüzden adımlarımı daha da hızlandırıyordum
Diğer tepeye ulastım ama yok 'Rabbim yok!' yeniden döndüm Ümidimi yitirmemiştim olabilir olabilir diyordum Rabbim yaş ağaçtan ateş çıkarır
Rabbim ölü toprağı yeniden diriltir Rabbime yöneliyor ama gayretimi de yitirmiyordum kan ter içinde kalmıştım tam 7 sefer gidip gelmişim Güneşin beyinleri kavurduğu vakitte 7 sefer bana çok ağır gelmişti Ayaklarımın feri kesilmişti dizlerim yere çöktü ellerimi kaldırıp

Rabbim şayet senin muradın bizlerin canını böyle bir imtihanla almaksa 'biz sana yöneldik sana dayandık dönüşümüz sanadır'

Gözümden akan yaşlar daha toprağa düşmeden yüzümde kuruyordu Ellerim yere düştü Ismailimi düşündüm Birden irkildim Ismail Ismailin sesi gelmiyor Boğazımda bir şey düğümlendi artık ağlıyamıyordumOna dogru bakmaktan korkuyordum ya……


hayır hayır olamaz diyordumIbrahimin yıllarca ettiği o güzel niyazları hatırladım: 'Allahım sana niyaz edecek zürriyyetimden temiz nesiller ver'Ismail Ibrahimin zürriyyeti…
Sonra yeniden kalbimi, yeniden Rabbimin nuruna dönderdim ne olursa olsun Ondan geldik Ona döneceğiz Gücümü topladım ayağa kalktımAllahım…
Allahım bu bir serap olsa gerek Hayır olamaz gözlerimi, toprak bezemiş olan ellerimle sildim hayır bu bir serap değil
Ismailim Ibrahimim ve onun duasını kabul eden Rabbim Su su evet her şeye yaşam veren su gözlerim yanlış görmüyor minik Ismailim oturmuş minik elleriyle suyla oynuyor Bu sefer koşarak geldim yavruma sarıldım:
Rabbimden utandım Ondan ümidin kesilmeyeceğini öyle yürekten anladım ki Ibrahim gibi mutmainlerden olup secdeye kapandım

NEY ILE TEVAZU



Neydir bu ney


Dile söze dilleyene dil olan


Gönüldeki sesdir bu ney


Hakdan gayesini arayan


Dünyaya ibreti satan sesdir ney


Hani bir hu der, dinleyende


Hu diyene boyun büker


Edep edep ilee edep dercesine İbrettir bu ney


Tevazu satar tevazu alır


Edebi hu der bu ney


Rahman semasında


Yedi kat alem olur sana


Yedi katın hepsini


Kendinde ara der, bu ney


Semada nice alem sırrı


Ararda bulunmaza hu diyen


Ses ile gönülü ,yedi kata baglar bu ney

EN SEVDiĞiNE SADAKA




Enes radıyallahu anh anlatıyor:Ebû Talha radıyallahu anh, Medine'de Ensârın en zenginlerinden birisi idi. En çok sevdiği malı da Mescid-i Nebevî'nin karşısındaki bulunan Beyraha ismindeki hurma bahçesiydi.


Peygamber aleyhisselâm, bu bahçeyi şereflendirir, onun çok lezzetli suyundan içerdi.Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sadaka olarak vermedikçe iyiliğe asla nail olamazsınız»


(Âl-i îmran Sûresi) mealindeki Âyet-i Celîle nazil olunca, Ebû Talha radıyallâhu anh kalkıp Allah'ın Resulünün huzuruna geldi ve şöyle dedi:


— Ey Allah'ın Resulü! Allahu Teâlâ kitabında,


«Sevdiklerinizden Allah yolunda sadaka olarak dağıtmazsanız iyiliğe erişemezsiniz buyuruyor. Benim en çok sevdiğim malım da Beyraha hurmalığıdır.


Ben orayı Allah yolunda sadaka olarak verdim. Allahü Teâlâ nezdinde onun iyilik ve faydasını ümid ederim. Dilediğin gibi onda tasarrufta bulun, ey Allah'ın Resulü!


Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:


— Ne büyük iş! Bu çok kıymetli bir maldır, çok kıymetli bir maldır bu. Bunun için böyle söylediğini duydum. Ben o malı kendi akrabalarına vermeni münasip görüyorum.Bunun üzerine Ebû Talha radıyallahu anh de bu hurmalığı akrabası ve amca oğulları arasında paylaştırdı.

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN (SAV) SEVDIGI YEMEKLER




"Çok sıcak yemeği sevmezdi."


"En çok hoşlandığı yiyecek etti."


"Kabağı çok severdi."


"Avlanan kuş etlerini yerdi."


"Hurmalardan Acve hurmasını severdi."


Hz. Aişe (ra) Peygamberimiz (sav)'in sevdiği yiyeceklerle ilgili şunları söylemiştir:
"Tatlı ve balı severlerdi."


"Hazreti Peygamberin katık olarak yediği yemeklerin bir kısmı şöyle sıralanabilir: Koyunun ön kolu ve sırt eti, pirzola, kebap, tavuk, toy kuşu, et çorbası, tirit, kabak, zeytinyağı, çökelek, kavun, helva, bal, hurma, pazı, anber balığı…"


Hz. Aişe (ra) ek olarak şunları bildirmiştir:
"Kavun, karpuzu yaş hurma ile yerlerdi."


Hz. Cabir (ra)'den:
"Taze hurma ve kavun çok yerlerdi ve 'bunlar güzel meyvedir' derlerdi.


"Hiçbir zaman bir yemeği yermemiştir. Hoşuna giderse yer gitmezse yemezdi. Hoşlanmadığında da bir başkasına kötülemezdi."


Peygamber Efendimizin sevdiği bazı yiyecekler için söylediği sözlerden bir kısmı ise şöyledir:
"Etin en güzel yeri sırt etidir."


"Sirke ne güzel katıktır"


"Mantar kudret helvasıdır."


"Sinameki ve sennut (tereyağ tulumuna konulan bal) yemeye devam ediniz. Çünkü bu iki şeyde samdan (ölümden) başka her hastalıktan şüphesiz şifa vardır."


"Zeytinyağını yiyiniz ve kullanınız. Çünkü bu yağ mübarektir."

O'NUN HAKKINDA BUNLARI BiLiYOR MUSUNUZ?

Peygamberin(sav) babaannesinin isminin Fatıma olduğunu...·

Hz.Peygamberin öz amcalarının Ebu Talib ve Zübeyr olmak üzere iki tane olduğunu, diğer amcalarının üvey olduğunu...·Hz.Abbas’ın Efendimizden 3 yaş büyük olduğunu...·


Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe’nin Efendimizin(sav) ilk süt annesi olduğu gibi, Hz Hamza’nın da süt annesi olduğunu ve Efendimizin (sav) bu aziz amcası ile aynı zamanda süt kardeş olduğunu... ·Annesi Amine’nin Efendimizi(sav) ancak 1 hafta emzirdiğini...·


İbn-i Abbas’tan nakledildiğine göre Cenab-ı Hakk’ın Peygamberler arasında Kur’an’da sadece Hz.Peygamberin(sav) hayatına yemin ettiğini (Hicr-72)·


Ömer bin Abdülaziz’in Resulullah’ın(asm) eşyalarını bir eve toplayarak müze yapıp, sergilediğini...

Sergilediği eşyanın ise iple örülmüş bir sedir, içi hurma lifi ile doldurulmuş bir çanak, su bardağı, elbise, el değirmeni, başına sardığı bir kadife ve giyim eşyasından ibaret olduğunu...·


Peygamberimizin meşhur devesi Kasva’yı hicreti sırasında 400 dirheme aldığını, ona kesik kulak (kasva) adını bizzat verdiğini ve hayatı boyunca ondan çok memnun kaldığını...


Hz.Enes’ bin Malik’in “Sevgili Peygamberimi rüyada görmediğim gece olmuyor” dediğini.

•Ebu Said adlı sahabenin “Resulullah’ı toprakta görünce kalplerimiz burkuluverdi" dediğini..
•Abdullah bin Zübeyir’e göre insanlar içinde Resulullah’a en çok benzeyenin torunu Hz.Hasan olduğunu.
•Resulullah’ın “Beni Hud, Vakıa, Mürselat, Nebe,Tekvir sureleri ihtiyarlattı" buyurduğunu.

•”Siz bu ayetlere mi hayret ediyor,gülüyor da ağlamıyorsunuz” ayetleri(Necm:59-60) nazil olduğu zaman Suffa ashabının yanakları ıslanıncaya kadar gözyaşı döktüğünü,iniltileri Resulullah’a(sav) ulaşınca onun da onlarla ağladığını.

•Hz.Enes’in “Ensardan yirmi genç Resulullah’a hizmet için ondan ayrılmazlardı. Peygamberimiz bir iş görmek istediği zaman onları gönderirdi" dediğini.·

Peygamber efendimiz(sav)in yolculuklarına Perşembe günü dışında çıktığının pek nadir olduğunu, ekseriyetle Perşembe gününü tercih ettiğini...·

Uhud’da bir kılıç darbesiyle mübarek yüzü kanla kaplanan Allah Resulünün (sav) “Peygamberinin yüzünü kana bulayan bir topluluk nasıl kurtulur ve mutlu olur?” dediğini...·

Mute’ye giden orduya katılan ama Efendimiz(sav)in arkasında son bir Cuma namazı kılmak için Medine’de kalan Abdullah bin Revaha’ya :“Yeryüzü dolunca sadaka dağıtsan, onların bir sabah namazında elde ettikleri ecr ve mükafatı elde edemezsin” denilince bu zatın hemen yola çıkıp arkadaşlarına yetiştiğini...


Hz.Enes’ bin Malik’in “Sevgili Peygamberimi rüyada görmediğim gece olmuyor” dediğini.
•Ebu Said adlı sahabenin “Resulullah’ı toprakta görünce kalplerimiz burkuluverdi" dediğini..
•Abdullah bin Zübeyir’e göre insanlar içinde Resulullah’a en çok benzeyenin torunu Hz.Hasan olduğunu.

•Resulullah’ın “Beni Hud, Vakıa, Mürselat, Nebe,Tekvir sureleri ihtiyarlattı" buyurduğunu.
•”Siz bu ayetlere mi hayret ediyor,gülüyor da ağlamıyorsunuz” ayetleri(Necm:59-60) nazil olduğu zaman Suffa ashabının yanakları ıslanıncaya kadar gözyaşı döktüğünü,iniltileri Resulullah’a(sav) ulaşınca onun da onlarla ağladığını.

•Hz.Enes’in “Ensardan yirmi genç Resulullah’a hizmet için ondan ayrılmazlardı. Peygamberimiz bir iş görmek istediği zaman onları gönderirdi" dediğini.·Peygamber efendimiz(sav)in yolculuklarına Perşembe günü dışında çıktığının pek nadir olduğunu, ekseriyetle Perşembe gününü tercih ettiğini...

•Amcası Ebu Talib’in Resulullah daha gençken ve kendisine nübüvvet verilmeden evvel O’nun hakkında bir şiirinde “Tertemiz yüzü aşkı için yağmur talep edilen, dulların hamisi, yetimlerin sığınağı” dediğini.

•Resulullah’ın dedesi Abdülmuttalib’in uzun boylu, sarışın ve sevimli bir sakal sahibi olduğunu. •İbn-i Habib adlı müellifin “Ümmehat-un Nebi” adıyla bize 20 nesil boyunca Resulullah’ın ninelerini gösteren calib-i dikkat bir çalışma bıraktığını

•Resulullah’ın(sav) yedi yaşında bir göz hastalığına tutulduğunu, Mekke’nin tabibleri soruna çözüm bulamayınca, Ukaz civarındaki bir Hristiyan tabibin hazırladığı ilaçla iyileştiğini.

•Belazuri’nin nakline göre Efendimiz(sav) gençliğinde bir gün amcaları Ebu Talib ile Ebu Leheb kavga ederken, Ebu Leheb’in Ebu Talib’in üzerine çıkıp onu hırpalaması üzerine koşarak onu ittiğini. Bunun üzerine Ebu Talib’in Ebu Leheb’in üzerine çıkıp onu bir güzel dövdüğünü...Kavga bittikten sonra Ebu Leheb’in “Ya Muhammed. Ben de Ebu Talib gibi senin amcanım. Yapacağını bana yaptın. Niçin ona da aynı şekilde hareket etmedin? Neden? Vallahi gönlüm seni asla sevmeyecek, asla” dediğini…

•Efendimiz’in(sav) dedesi Abdülmuttalib’in Ramazan ayında Hira mağarasına inzivaya çekilip kapandığını.

•Resulullah’a bir keresinde deve üzerinde iken vahy geldiğini, Efendiler Efendisinde(sav) oluşan ağırlık etkisiyle devenin bacaklarının neredeyse kırılacak hale geldiğini

•Hz.Ebu Zer’in Efendimiz(sav)’i bulmak için geldiği Mekke’de Kureyşlilerce çok kötü dövüldüğünü. Hatta “Kendime geldiğimde akan kanlarla kızıla boyanmış bir puta döndüğümü gördüm”dediğini…

•Ukbe bin Muayt adlı bir kafirin Mekke döneminde Resulullah Kabe’de namaz kılarken,elbisesiyle onu boğmaya çalıştığını.

•İlk tebliğ yıllarında Müslümanların alabildiğine zorlandığını...Hatta Sad bin Ebi Vakkas’ın “Bütün bir yıl boyunca İslam’ı saklamaya çalıştık.Ve namazlarımızı kapılar arkasından sürgülü olduğu halde evlerde ve şehir civarındaki dağ aralıklarında kıldık” dediğini

•Altıncı Müslüman olan Sad bin Ebi Vakkas’ın aynı zamanda Allah yolunda ilk kan döken Müslüman olduğunu

•Bedr Savaşında Allah Resulü(sav)’nün sancaktarın Musab bin Umeyr olduğunu.

•Resulullah’ın(sav) her gece 11 veya 13 rekat teheccüd namazı kıldığını..

•İbn-i Abbas’tan bir rivayete göre Resulullah’ın(sav) “Üç şey var ki, bana farz size nafiledir:1-Kurban kesmek2-Vitr namazı3-Sabahın iki rekatlık sünnetini kılmaktır” buyurduğunu.

•Belazuri’nin nakline göre Resul-i Ekrem(sav)’in hayatında Medine’de dokuz mescid olduğunu...

•Resul-i Ekrem’in “Allah koyun çobanlığı yapmayan hiçbir nebi göndermemiştir” buyurduğunu...

•Katade(ra), O’nun(sav) ashabını anlatırken: “Alışveriş yaparlar, ticaretle meşgul olurlardı. Fakat Allah’ın hukukundan bir hak onlara yaklaştığı zaman ne ticaret, ne de alışveriş onları Allah’ın zikrinden alıkoymazdı. Nihayet onu Allah’a döndürürlerdi” dediğini.

•Kur’an’da Peygamberler arasında sadece Hz.Peygamberin(sav) hayatına yemin edildiğini (Hicr:72).Şeyh Galib’in meşhur naatında: “Menşur-u leamrükle müeyyedsin efendim” diyerek bu yemine işaret ettiğini

•Cenab-ı Hakkın bazı peygamberleri kendi ismiyle isimlendirdiğini, mesela Hz İsmail ve İshak için Alim ve Halim, Hz.İbrahim için Halim, Hz Musa için Kerim, Hz Yusuf için Hafiz isimlerini kullandığını… Resulullah’ın ise bu isimlerden 30 kadarıyla Kur’an’da isimlendirildiğini…

•Cenab-ı Hakkın peygamberler içinde Rauf ve Rahim isimleriyle sadece Resul-u Ekrem’i andığını…


•Habib-i zişan’ın doğum yılının 569, 570 veya 571 olduğu hususunun ihtilaflı olduğunu,ama çoğunluğun görüşüne göre 571 olduğunu

•Peygamber-i ahirzaman’ın sabaha doğru doğduğunu…•Muhammed isminin cahiliye Araplarınca az bilindiğini, Ahmed isminin ise daha az bilindiği…

•Cahiliyye Araplarının mukaddes kitaplardan Muhammed isminde bir nebinin zuhur edeceğini bildiklerinden bazı kimselerin çocuklarına ilerde o peygamber olabilir ümidiyle Muhammed koyduğunu…

•İbn-i Hacer’in Feth-ul Bari’de nakline göre Cahiliyye devrinde Muhammed bin Adiyy bin Rebia’nın babasının bir Suriye seyahatinde tanıştığı bir papazdan: “Arabistan’da bir peygamber doğacağını ve isminin de Muhammed olacağını” öğrenmesi üzerine Adiyy bin Rebia ailesinden doğan bütün çocuklara Muhammed isminin konulduğunu…

•Server-i Alem’in Rahip Bahira ile karşılaştığında 12 yaşında olduğunu…

•İbn-i Cerir,İbn-i Sad ve İmam Kastalani’nin İmam Şabi’den rivayet ettiklerine göre Nübüvvetin ilk üç yılında İsrafil(as)’ın Hz. Peygamber’in eğitimiyle görevlendirildiğini…

•Sahabeden Abdullah bin Zeyd’e Resulullah’ın(sav) vefatı haber verildiğinde “Rabbim gözlerimi al da, Habibim Muhammed’den başkasını görmeyeyim” dediğini...

•Resullah’a ilk vahyin bir pazartesi günü geldiğini...

•“Ey iman edenler seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin”(Hucurat:2) ayeti nazil olunca, Hz. Ebubekir’in “Ya Resulullah! Yemin ediyorum ki, bundan sonra sizinle iki sır dostunun gizli konuştuğu gibi konuşacağım dediğini...”

•Ashab-ı Kiramın, Efendimizle(sav) sohbette bulunurken edeplerinden başlarını kaldırıp, onun yüzüne bakamadıklarını. Sadece Hz Ebubekir ve Ömer’in kendisine zaman zaman bakıp gülümsediklerini Peygamber efendimizin de tebessümle mukabelede bulunduklarını...

•Mekke’de Resul-i Ekrem’in doğduğu mıntıkanın isminin “Şı’b-i Amir” olduğunu...

•Efendimizin)sav) anneannesinin adının Berre olduğunu..

•Peygamberimizin dayısının olmadığını...

•Peygamberimizin vefatı hengamında üzerindeki elbisesinin yamalı bir örtü ve el dokuması sert bir entari olduğunu...

•Resulullah’ın elbise rengi olarak beyazı sevdiğini...

•Buhari’nin rivayetine göre Resulullah’ın ekmeği keserken bıçak kullandığını...

•Peygamberimiz’in atlarının adının Since ve Lahif, merkebinin Afir, katırının Düldül ve Tiyye, develerinin adının Kusva ve Adba olduğunu...

•Peygamberimiz’in zamanında at yarışlarının düzenlendiğini, bunun idaresinin Hz. Ali’de olduğunu...

•Birisinin mescitte “Allah’ım beni ve Muhammed’i bağışla” demesi üzerine Resul-ü Ekrem’in “Allah’ın lütuf ve merhametini çok darlaştırdın” buyurduğunu…

11 Ağustos 2010 Çarşamba

SECDEDE OLMEK ISTERMISINIZ




Siz hiç secdede ölmek istediniz mi?Secdeye vardığınızda ölmeyi düşlediniz mi hiç ? O anda, Ona en yakınken Ona varmayı hayal ettiniz mi ? Ya da bunu neden hayal ettiğinizi düşünüp de hüzünlendiniz mi bir anlık da olsa ?...


Belki pek çok şeyin bilincinde olarak, en iyi dostunuzun kollarında, seccadede can vermek istediniz, belki secdede bir an için boş bulunup, ettiğiniz tevbelerin kabul olunduğu hissine kapılıp istediniz ölümü...


Belki de Rabbinize, sizi yanına günahsızken almasını niyaz edecektiniz de, secdede yapılmış bir tevbenin ardından aklınıza geliverdi bu Belki hiç istemediğiniz ve deliler gibi korktuğunuz bunun aksi olan durum aklınıza geliverdi de ondan Günahkar, tevbeden aciz kalmış, günahlarında ısrar etmiş ama tevbe etmeye fırsat bulamamışken alındığını düşündünüz ruhunuzun ve hemen o anda ölmek istediniz, kimbilir.


Asıl duanız buydu belki de Rabbim günahlarımı bağışlar bağışlamaz al ruhumu yalvarırım! Beni huzuruna günahlarımla alma ! Alma ki o halde nasıl çıkarım huzuruna Rabbim, nasıl...? Hangi yüzle? diye yakaracaktınız da, aklınıza ölüm geliverdi o biçarelik içinde ve arzuladınız ölümü.Siz hiç secdede ölmek istediniz mi?


Hiç kendinizi Beytullah'ın önünde yere kapanmış düşünüp, ihramınızın kefen olmasını, O mübarek Zatın(sav) ayak bastığı yere başınızı koyup can verdiğinizi ve daha önce bunun kadar güzel bir hayal kurmadığınızı idrak edip ağladınız mı ?Siz hiç secdede ölmek istediniz mi?Ya da bazen, arasıra da olsa, sırf secdede can vermek, O'na en yakın olduğunuzu idrak ettiğiniz ve o en aciz, en cahil, en gafil halinizle dahi Rahmetini üzerinizde hissettiğiniz bir anda ölmek niyetiyle, böylesi bir teslimiyet içinde başınızı secdeden hiç kaldırmak istemediğiniz olur mu?...Siz hiç secdede ölmek istediniz mi?


Başınızı secdeden kaldırmadan Onu kaldırdığınızda yine bir sürü yanlış amel işleyecek olduğunuz ve yine O'nun istemediği bir sürü günaha bulanacağınız, bu kez O'nun huzuruna daha günahkar bir başla geri dönecek olduğunuz aklınıza geldikçe, utancınızdan daha bir gömüldünüz mü hiç seccadenizin içine...?


Rabbin rahmetine sığınır gibi, affına sığınır gibi sarıldınız mı hiç ona?Ya da en azından, başınız secde yerinde iken, o başınızı önünde eğilmeye layık gören Rabbinize şükretmek için, aslında hep secdede kalmanız gerektiğini anımsayıp, secdelerinizi biraz daha uzattığınız olur mu arasıra da olsa...?


Siz hiç secdede ölmek istediniz mi?Sizin de seccadeleriniz ıslanır mı bu düşünceler içinde?Tevbeleriniz kuru kuru mu gider yoksa Rabb katına? Rabbin verdiği, gözyaşı nimetine bulanamadan mı?Yoksa bir damlayı esirger misiniz siz O'nu verenden, hem de size o bir damla gözyaşı karşılığında mağfiretini müjdelemişken? ...


Siz hiç secdede ölmek istediniz mi?Bitip tükenmeyen günah yükünüzün altında ezilirken, üzerinize çullanmışken tüm kusurlarınız, seccadeye gömülmek, ona gömülmeye mahkum olmak ancak bir hediyedir, orada can vermekse bir lütuftur diye düşünüp, buna layık olmak arzusuyla dolup taştığınız olur mu hiç?Siz hiç secdede ölmek istediniz mi?Yapmayanlar, yapamayanlar, yapmak nasip olmayanlar çoğunlukta iken, acizlerin acizi olarak, belki de hiç hakkınız yokken size nasip olunan kulluk etme nimetini düşündünüz mü hiç?


Düşünüp te doğru düzgün yerine getiremediğiniz amellerinizin kusurlarını aklınıza getirip utandığınız, utancınızdan ancak başınız yerde tevbe edebileceğinizi anlayıp, çaresizlik içinde bunu yapmaya çabaladığınız oldu mu? Ya da başınızı kaldırmaya yüz bulamadığınız Resulullah (sav)in: "Rabbiniz hayiydir, kerimdir. Kulu dua ederek kendisine elini kaldırdığı zaman, O, ellerini boş çevirmekten istihya eder.buyruğunu işittiğinizde,


O Yüceler Yücesi, dua edenlerin ellerini boş çevirmekten haya ederken, ben O'na karşı nasıl başımı kaldırıp ta af dileyeyim, isteyeyim, bendeki bu hayasızlık ile Rabbime nasıl el açıp dua etmeye yüz bulayım diye düşünüp, bunu hak etmediğinizi idrak ettiğiniz anlarda secde yeri en samimi sırdaşınız oldu mu sizin de?Siz hiç secdede ölmek istediniz mi?İmam Zeynul Abidin (r.a)'ın, namaz için ayakta durmaktan ayakları şişen Resulullah(sav)'e sorduğu, Senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını Allah Teala, bağışlamış olmasına rağmen neden bu kadar kendini zorluğa düşürüyorsun? sorusuna aldığı, Acaba ben şükür eden bir kul olmayayım mı? cevabını okuduğunuzda düştüğünüz o acı duygu aleminde kendiniz için, Ya Rabb! Yetiremediğim ve yetiremeyeceğim şükrüm için beni affeyle, beni de şükretme gayretindeki kullarından eyle! diye dua etmek, şükreden kullardan olmak ümidi ile ettiğiniz secdelerden birini yaparken, en azından bu niyet ve ahval üzere iken can vermek saadetini tatmayı ne kadar isterdiniz değil mi?Siz hiç secdede ölmek istediniz mi?


Resulullah (sav)'in, kendisinin iste buyruğu üzerine, Rabia b. âlik el Eslemi(ra)'ınCennette Sana arkadaş olmak isterim. sözlerine, çok secde ederek kendin için bana yardımcı ol" diye icabet ettiği aklınıza geldikçe, O'na, o Güzeller Güzeline, o Güller Sultanına arkadaş olacaksam, secdeden başımı kaldırmamaya razıyım, hatta bunun için orada can vermeyi dilerim ama.. diye diye bir sürü ah çekip, iç geçirdiğiniz secdelerden birinde ömrünüzün son bulması, sadece bu hasret ile göçmek dahi, ne büyük bir saadet olurdu öyle değil mi?


Siz hiç secdede ölmek istediniz mi?Secde O ki O'na en yakın yer, o ki O'nun en sevdiği dua mekanı, o ki Resulünün, Kul Rabbine en ziyade secdede iken yakın olur, öyle ise (secdede) duayı çok yapın." diyerek bunları ifade buyurduğu manevi buluşma diyarı.ım ben ona layık değilim ama başka gidecek yerim yok.Senin yüceliğin karşısında aczimi anlatabileceğim tek mekandır orasıBeni de kabul et, şu günahkar başı da Yolunda koparılan bir baş olamasa da hiç olmazsa secdende can versin Sadece başım değil Sana her hücrem secde etsin, her hücrem tevbe etsin.Sonra kaldırsam da yerden başımı, ruhum hep secdede kalsın Ruhum hep secdede kalsın.Allah Canımızı Secde halinde iken alsın.Azrail A.S Secde halinde iken gelsin.İnşallah.. Amin.

HZ MUSA VE FAKIR




Musa Aleyhisselam bir fakiri görür, fakir giyeceği olmadığı için kumun içine girmiştir.Fakir:- Ya Musa, bana dua et.


Cenab-ı Hak ban yetişecek kadar dünyalık versin, yoksulluk beni tüketti.Musa Aleyhisselam dua eder, Hak Teala fakire dünyalık verir.Bir müddet sonra Musa Aleyhisselam bir kalabalık görür, ne oluyor diye yaklaştığında, o fakirin kalabalığın ortasında olduğunu görür ve sorar.


- Bu ne haldir, ne oluyor burada?


- Bu adam şarap içmiş, kavga etmiş, kavga ettiği adamı da öldürmüş, şimdi ona kısas uygulanacak.Musa Alayhisselam bunun üzerine, Allah'ın adaletine bir kere daha iman ve bu cüretinden dolayı tovbe eder ve şu ayeti okur:


"Eğer Cenab-ı Hakk kullarına rızkı lüzumundan fazla verseydi, yeryüzünde ne azgınlıklar yaparlardı"Allah herkese layık olduğu şeyi vermiştir.
Öküzdeki iki boynuz eğer eşekte olsaydı, kimseyi yanına sokmazdı.Bazı acizler olur ki kuvvet kazanır kazanmaz, kalkar acizlerin elini büker.

HZ MUSA VE COBAN




Hz. Mûsa bir gün giderken bir çobana rastladı. Çoban hafif yüksek sesle şu şekilde kendi kendine konuşuyordu:






-Ey kerem sâhibi olan Tanrım, neredesin ki sana kul kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım. Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım. Yüce Rabbim sana taze süt ikram edeyim. Bütün keçilerim sana kurban olsun, deyip duruyordu.
Hz. Mûsa sordu:
-Kiminle konuşuyorsun? dedi.
Çoban: “Yeri göğü yaratan Allah’ımla konuşuyorum” dedi.
Mûsa çobanı azarladı:
Yaptıkların yanlıştır! Allah haşa insan mıdır k!. O’na bu şekilde hitap etmek doğru değildir! dedi.
Çobanın dünyası yıkılmıştı. Ne yapacağını bilemeden başını alıp gitti, çöllere doğru koşmaya başladı.

Biraz sonra Hz. Mûsa’ya Cenab-ı Hak’tan şöyle bir hitap geldi:


-Ey Mûsa senin görevin insanları benden uzaklaştırmak mı yoksa bana yaklaştırmak mı? Neden o saf kulumuzu bizden ayırdın? Biz söze, dile bakmayız; gönüle ve hâle bakarız!” diyordu.


Hz. Mûsa çölün yolunu tutarak çobanı buldu ve müjdeyi verdi. Dilediği gibi Rabbine seslenebileceğini bildirdi. (Bk. Mesnevî, C. II, beyit: 1720 vd. )


AÇIKLAMA:
Müslümanlıkta Allah telâkkisinin nasıl olduğu sorusu farklı ifâdelerle cevap bulur. İnsan-Allah ilişkileri bir bakıma buna göre şekillenir. Allah nasıl bir varlıktır? O, her şeyden yüce, ötelerde, erişilmez bir varlık mıdır? Yoksa yanımızda, yakınımızda, hattâ içimizde midir? Kur’an-ı Kerim’de bu her iki anlayışa uygun âyetler vardır. Bunlardan birincisine “tenzîhî”, ikincisine “teşbîhî” görüş denir.








Tenzihçi anlayışa göre Allah müteâl (aşkın) bir varlıktır. Mekândan münezzehtir. O, hatırımıza gelebilecek her şeyden başkadır. Şu âyetler bu görüşü destekler: 'Leyse kemislihî şey’ “O’nun benzeri yoktur” (Şûrâ, 44/11).
'Velem yekün lehü küfüven ehad', “Hiçbir şey O’na denk değildir” (İhlâs 112/4).
Teşbihî bakış açısı ise bize daha yakın, bizimle daha içli dışlı bir Allah tasviri sergiler. O, her yerdedir, bizimle berâberdir.






Hadid suresi 4. Âyette 've hüve meaküm eynema küntüm',
“Nerede olursanız olun O sizinle berâberdir” buyrulur.
Ayrıca “Ey Muhanmmed, kullarım beni sorarlarsa bilsinler ki, ben şüphesiz onlara çok yakınım” (Bakara, 2/186) buyrulur.
Allah’ın insana “şah damarından daha yakın” olduğu ifâde edilir (Kaf, 50/16). Ayette şöyle denir:
'Fe eynemâ tüvellû fe semme vechullah', “Nereye dönerseniz Allah oradadır.” (Bakara, 2/115) denir.
Gönül adamları daha çok ikinci anlayışa yakın olmuşlardır. Onlar teneffüs ettikleri havada, kokladıkları çiçekte, içinde dolaştıkları tabiatta hep Allah’ın bir biçimde tecellîlerini görmüşlerdir. Bu durum Allah’la içili dışlı ve barışık olmayı doğurur. O’nu daima yanında, içinde hissetmeyi sağlar. Meselâ Yûnus Emre ve onun gibi düşünenler bu duygularla dolup taşmaktadır, o şöyle der:
“Dağlar ile taşlar ile / Çağırayım Mevlâm seni / Seherlerde kuşlar ile / Çağırayım Mevlâm seni.”
Böyle bir anlayış aynı zamanda Allah’a karşı saygılı olmayı gerektirir. Çünkü O uludur, yücedir.
Bu berâberlik ahlâklı davranmayı doğuracaktır. Her yerde ve her şeyde Allah’ın bir eserini, bir tecellîsini gören insan, Allah’a olan sevgi ve saygısından dolayı, eşyaya ve varlıklara da sevgi ve şefkatle yaklaşacaktır.









Aynı zamanda edepli ve ahlâklı davranacaktır. Bazı büyük zatların, ayaklarını uzatıp sere serpe oturmaktan kaçındıkları hikâye edilir. Bunu, Allah’ın huzûrunda bulunmanın bilinciyle yaptıkları söylenir. Bütün bunlar elbette saygıdeğer davranışlardır.
Bir de coşkun taşkın ruh haline sâhip olanlar vardır. Onlar bazen zâhir ölçüleri kaçırabilirler. Ama içlerinde taşıdıkları sonsuz aşk ve muhabbet dolayısıyla onların ufak tefek kusurlarına bakılmaz. Nitekim bizim kültürümüzde sıradan meczuplara bile saygı duyulur. Onların gönülleri hoş tutulmak istenir.







Hikâyedeki çoban gibi Allah’ın muhabbetiyle dolup taşanlar, cezbeleri dolayısıyla âdetâ mecnun gibidirler. Harap bir köyden vergi alınmadığı gibi, Hak meczûbundan da öyle inceden inceye dînî gereklere uyması beklenmez. Onlar hatalı konuşsalar bile hoş görülmelidir. Şehîdin cesedi kanlı da olsa yıkanmaz. Çobanın bu yanlışı yüzlerce doğrudan yeğdir. Kâbe’nin içinde kıbleye dönüş söz konusu olmaz.






Din insan içindir. İnsanın hem aklı hem de rûhu ve duyguları vardır. Dînin de hem dış çerçevesi, zâhiri yâni bir takım hüküm ve kuralları; hem de iç yüzü, bâtını, vecd ve zevk yönü bulunmaktadır. Bunlardan zâhirî kısmına kısaca "şerîat" denir. Bu mânâsıyla şerîat bir bakıma akla hitab etmektedir; belli sınırları, kaideleri vardır.





Aklî ölçüler içinde kalındığı müddetçe bir problem çıkmaz. Fakat rûhî yön ve duygular söz konusu olduğu zaman durum değişir. “Hakîkat” denen bu sonuncular daha ziyâde dînin bâtınî cephesi ve zevk tarafıyla ilgilenir.
İnsanda aklî yön ne kadar ölçülü ve kuralcı ise, rûhî ve mânevî yön o kadar coşkuludur, sınırsız ufuklara doğru kanat açmak ister. Ne var ki, bu iki yön arasında imkân nisbetinde bir denge kurmaya çalışmak gerekir.
Kaynak: www.semazen.net

RABITA*I SERIF


Hazret-i Muhammed (s.a.v) efendimiz son peygamberdir. Alemlere rahmet olarak gelmiştir. Veliler de alemlere rahmettir. Onların bulunduğu yerlere rahmet, bereket yağar. Belalar, musibetler oradan uzaklaşır.


Şöyle ki: Allah-u zü’l-Celal peygamberimize Cibrîl-i Emîin’i gönderdi. Bunun üzerine peygamberimiz, Hazreti Ali’yi çağırdı. Ona tevhidi talim etti. Hazreti Ali Rasulüllah’a orada beyat etti. Böylelikle velilik nuru Hazreti Ali’ye geçti.


Evliyaullahın yolu Evlad-ı Rasul kapısından başladı.Allahrasulü şöyle buyurmaktadır;“Size iki emanet bırakıyorum birincisi Kuran’dır ikincisi ise Ehl-i Beytimdir.



[1] Evlad-ı Rasulün gönlünden gönüllere nur akar. Bu nur gele gele mürşidin gönlüne oradan da müridin gönlüne sirayet eder. Kalpten kalbe yol vardır. Tarikat-ı Âliye’de irşat ehlinin kalbine gelen nurdan müridinin kalbine nur geçer. Çünkü takdir-i ilahi böyledir. Müridin kalbine geçen bu nur dolayısıyla ona ilham kapısı, mübeşşerat kapısı ve feraset kapısı açılır.Şimdi bu nur kapılarını açmak için mürit şeyhinin elini tutar ona beyat eder, kendi kalbini şeyhinin kalbine bağlar.


Rabıta yapar. Rabıtanın gayesi gönülden gönüle geçen feyizden istifade ederek, Allahrasulü’nün nurundan tâ müridin gönlüne gelen nur aracılığıyla gönüldeki ilham kapılarını açmaktır.Bunu şu misalle açıklayabiliriz;Bebekler anne karnındayken annesine göbek bağıyla bağlıdır.


Çocuk annenin yeme içmesinden bu bağ sayesinde istifade eder. Eğer bu bağ bir vesile ile koparsa veya işlevini yitirirse çocuk anne karnında ölür.


Çocuk bu bağ sebebiyle beslenir, kemalleşir ve neticede dünyaya gelir. İşte rabıta buradaki göbek bağı gibidir. Mürit kemalleşene kadar feyiz aşk muhabbet gibi şeyhindeki bütün haller rabıta vasıtasıyla müride geçer.


Mürid böylelikle kemalleşir ve ona ilham gelir.Nitekim ilham gizli bir bilgidir. Allah-u zü’l-Celâl şöyle buyurmaktadır;“...Ona tarafımızdan bir ilim öğrettik.


[2] ” Ehl-i beyt mürşid Seyyid Efendi Baba hazretlerine müntesip olan kardeşlerimiz her gün muntazaman rabıta yapar.

Şeyh Rabıtası şu şekilde icrâ edilir;Allahdostlarının izinde bulunan bir sofi abdestli olarak kıbleye yönelir ve öncelikle şu zikirleri çeker.


100 defa “Estağfirullah” sonunda “Estağfirullah el-Azîm el-Kerim ellezî lâilahê illâ Hû el-Hayye’l-Kayyume ve etûbu ileyh.


11 defa salavât-ı şerîfe (Allahümme salli ala muhammedi’v-ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim”


20 defa besmele-i şerîfe (Bismillahirrahmânirrahim)


1 defa Fatiha suresi

3 defa İhlas suresi

Bu zikrin akabinde “Destur yâ Şeyhim Efendi Baba Hazretleri” der.


Manen izin alır ve gözlerini kapar. Manen Efendi Baba hazretlerinin huzurunda bulunduğunu hisseden sofi şeyhini şu usul ile tahayyül eder


Seyyid Efendi Baba hazretlerinin nuru çeşme gibidir. Sofi de o çeşmenin bir kabıdır. Çeşmeden akan sular kapları nasıl dolduruyor ise


Seyyid hazretlerinden sadır olan nur da müridi böylece Allah’ın nuruna gark eder. Seyyid Efendi Baba hazretlerinin nuru bir çadır gibidir. Sofi de o çadırın içerisinde oturan bir kimsedir. Bir çadır nasıl içindekini çepe çevre kuşatmış ise Seyyid hazretlerinin nuru da öylece müridi çepe çevre kuşatmıştır.

Seyyid Efendi Baba hazretlerinin nuru sırta giyilen bir aba gibidir. Aba, giyen kimseyi nasıl sarmış ise Seyyid hazretlerinin nuru da müridi bu şekilde sımsıkı sarmış durumdadır. Seyyid Efendi Baba hazretlerinin nuru bir deniz gibidir.


Sofi ise bu denize düşmüş bir damladır. Damlalar nasıl denizin içerisinde kayboluyorsa mürid de kendini Efendi Baba hazretlerinin nurunda böylece kaybeder. Mürit en az beş dakika bu manevî halin idrakine gayret sarfeder.

Mürit kendisine bıkkınlık vermeyecek kadar ancak olabildiğince uzun bir müddet rabıtasını uzatmaya çalışmalıdır.

Zira rabıta müridin şeyhi ile olan bağını kuvvetlendirecek ve rabıta yapan zâtın veliler yanında kıymetini arttıracaktır.


Mürit rabıtadan çıkmak istediği vakit “Destur Yâ Efendi Baba hazretleri” diyerek manen izin istemeli,


sağ ve sol taraflara yüzünü çevirmek sureti ile “es-Selâmu aleykum ve rahmetullah” diyerek her iki tarafa selam vermelidir.


Rabıta akabinde mürit Besmele-i şerîfe ile birlikte

1 Fatiha suresi ve

3 İhlas suresi okumalı.

“Subhâne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn ve selâmun ale’l-mürsilîn ve’l-hamdülillâhi rabbi’l-âlemîn” diyerek dua etmelidir.

Hasıl olan sevabı Peygamberimiz (sav) Efendimizden başlamak sureti ile Seyyid Efendi Baba hazretlerine gelinceye kadar

Kadiri yoluna hizmet etmiş bulunan tüm ehlullahın ruhaniyetlerine bağışlamalıdır.

Sofî “fenâ fi’ş-şeyh” makamını buluncaya bir diğer ifade ile Seyyid Efendi Baba hazretlerinin telkinine kadar Şeyh rabıtasına devam etmelidir.


Peygamberimiz (sav) Efendimizi, Pir Seyyid Abdülkadir Geylânî hazretlerini ve Seyyid Efendi Baba hazretlerini kapsayan üçlü rabıta ancak

Efendi Baba hazretlerinin telkini ile yapılmalıdır.

Zirâ bir doktorun hastaya gerekli ilaçları göstermesi gibi sofiye gerekli manevî ilaçları da Efendi Baba hazretleri işaret etmektedir.

Bunun haricine çıkmak sofiye fayda sağlamayacağı gibi kendini manevî bir sıkıntıya düçar edecektirBir mürid şeyhinden başkasını rabıtaya alamaz. Rabıtaya başkalarını katarsa vücut alemi velveleye düşer.

Dengesi bozulur. İsyana girer.

Nitekim bir devletin başında iki başkan olursa o yönetim ifsat olur. Bir müridin şeyhi vefat ederse evlad-ı rasul’den olan biri kemalleşerek onun makamına yerleşene kadar mürid, vefat eden şeyhine rabıta yapmaya devam eder.

O şeyhin soyundan gelen Evlad-ı Rasul vefat eden şeyhin makamına yükselince mürid bu sefer rabıtayı ikinci bir şeyhe bağlar.Rabıtayı en az beş dakika olarak günde bir defa yapmak lazımdır. Dileyen rabıtayı on beş dakika, yarım saat veya bir saat yapabilir.


Rabıta, bebeklerin annelerinin memelerinden gıdalanmalarına benzer ki eğer çocuk bu gıdadan mahrum kalırsa ölüme mahkumdur. Rabıtasız sofu da tarikattan lezzet bulamaz, hakikate ulaşamaz.Kardeşlerime derim ki siz ehlullah yoluna teslim olun. Fena fi’ş-şeyh makamını bulmanız şarttır.

Yoksa zikrin sevabını alırsınız fakat gönlünüzdeki ilham kapıları açılmaz.Gönüllerini şeyhinin gönlüne bağlayanlarda bazı haller zuhur eder. Bu haller kendisinden sonra el verdiği sofilere de intikal eder. Onlara da ilham geçer. Yani kendine geçen başkasına da geçer. Bunun hikmeti şudur;Allahrasulü şöyle buyurmaktadır;“Kim kime benzerse o da ondandır.”


[3] Mürid Allahrasulü’nün şefaatına ortak olacaktır. Parça bir bütün olur ve sofi böylelikle tarikattaki şefaat makamına yükselir. Annesine babasına şefeat eder. Müridler üç ilâ yetmiş kimseye şefaat edeceklerdir. Bunları dinleyen kardeşlerim mutlaka kemalleşir.Her şeyin bir ölçüsü vardır. Müridin de ölçüsü şeyhine teslim olmaktır. Müridin vazifesi teslimattır. Nitekim bir şoför eğer kendisine ayrılan yol yerine bariyerlerden gitmek isterse arabasını yuvarlar, içindekileri de helak eder. Şeyhine teslim olmayan bir mürit de neticede -Allah muhafaza- bu duruma düşer.