
13 Ağustos 2010 Cuma
HZ MUSA VE KARUN

SAHIDIZ YA RABBI

Ashabıyla yaptığı bir yolculukta Efendimiz'in karşısına bir bedevi çıktı Allah Rasulü sav bedeviye sordu:Şahidiz Ya Rab !..
- Nereye gidiyorsun?- Ailemin yanına
- Bir hayır yapmaya var mısın?- Nedir o?
- Allah'tan başka bir ilâh olmadığına, O'nun eşi ve benzerinin bulunmadığına,Muhammed'in onun kulu ve rasulüolduğuna şehadet edeceksin
- Söylediklerinin doğruluğuna şahidin var mı
- Evet, şu ağaçAllah Rasulü vadinin sağ kıyısında duran ağacı çağırdı Ağaç yeri yararak geldi Peygamberimiz'in önünde durdu Allah Rasulü ağaca üç defa şahitlik ettirdi Ağaç da şahitlikte bulundu ve eski yerine döndü Bedevi kabilesinin yanına gitmek üzere ayrılırken şunları söyledi:- Kabilem beni dinlerse onları da getiririm, yoksa ben sana döner, seninle olurum
* * *Hani veda ederken sormuştun ya, ey Allah'ın Sevgili Rasulü, “tebliğ ettim mi?“ diyeEttin ya Rasulallah!Ağaçlar bile şahit, yollar şahit, ikiye ayrılan ay şahit, kovulduğun şehir şahit, taş şahit İnanmayanlar bile şahitVe şahidiz ki ya Rasulallah , davet sürüyor Vârislerin her an, önce güzel halleriyle insanı insan olmaya, kendini bilmeye davet ediyorŞahidiz ya Rab!
alıntı
OLUM ANINDA AZRAIL AS GORUNUSU

DÜNYA SALTANATINDAN GERÇEK BÜYÜKLÜĞE

Tarih, yaklaşık olarak MÖ 1000 ila 900 yılları arasıdır Hz Davud as'ın oğlu Hz Süleyman as, babasının vefatından sonra hükümdarlık vazifesini devralmış, aynı zamanda Allah Tealâ da onu peygamberlikle görevlendirmiştir Süleyman as'a yeryüzünde hiç kimseye verilmeyen bir saltanat verilmiş ve yine sadece ona has mucizeler ikram edilmiştir
O kuşlarla konuşmuş, cinlerden, insanlardan ve hayvanlardan oluşan çok kalabalık, çok ilginç bir orduya komuta etmiştir ‘Hüdhüd kuşu nerede?'
Hz Süleyman as ordusuyla Yemen'e, Sebe halkını Allah'a imana davet etmek üzere sefere çıkmıştı Zira Sebe halkı ve başındakiler ateşe ve puta tapınmakta idiler Bu sefer esnasında Süleyman as Hüdhüd adlı kuşu aramış, ancak görememişti
Hüdhüd yerin altındaki suyu görür ve mesafesini tesbit edip bildirirdi Askerleri çok susayan Süleyman as Hüdhüd'ü göremeyince celâllenmiş ve “geçerli bir mazeretle gelmezse, onun canını iyice yakacağım” demişti Bu sırada Hüdhüd, Sebe krallığında Belkıs'ın sarayındaydı Belkıs, Sebe krallığının melikesiydi ve büyük bir ordu ile muhteşem bir hazineye hükmediyordu Hüdhüd Sebe krallığında bir süre dolaşıp Süleyman as'ın yanına döndü
Gecikmesinin sebebini söyleyip özür diledi ve Sebe krallığında gördüklerini anlattı: - Sebelilere hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan Belkıs'la karşılaştım Onun ve kavminin Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm
Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş, dedi Süleyman as:
- Doğru mu yoksa yalan mı söylüyorsun bunu göreceğiz, dedi ve bir mektup yazarak Hüdhüd'e bunu Belkıs'ın sarayına götürmesini emretti Hüdhüd emre uyarak mektubu saraya götürdü ve Belkıs'ın odasına bırakıp geri döndü Meçhul mektup Belkıs, odasında bulduğu mektubu açtı ve okudu Sonra kavminin ileri gelenlerini topladı Onlara şöyle seslendi:
- Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakılmış Mektup Süleyman'dandır Mektubuna Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyor Bana karşı gelmeyin, teslim olun diyor Beyler, ulular, bu işte bana bir fikir verin Bilirsiniz, siz yanımda olmadan, size danışmadan hiçbir işi kestirip atmam Bunun üzerine ileri gelenler:
- Biz güçlü, kuvvetli kimseleriz, yaman savaşçılarız ama ferman senindir Düşün, kararını ver, neyi emredersen onu yapalım, dediler Belkıs:
- Ona bir hediye göndereyim Eğer o bu hediyeyi kabul ederse dünya hükümdarlarından birisidir ve bu bizim ondan daha yüksek ve kuvvetli olduğumuz anl----- gelir Şayet kabul etmezse, o Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir, dedi ve elçilerin hediyeyle birlikte yola çıkmalarını emretti Elçiler Süleyman as'ın karargâhına ulaşıp hediyelerini takdim ettiler Süleyman as elçilere:
- Siz bana maddi yardım yapmak mı istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği şey, size verdiğinden daha hayırlıdır Hediyeniz ile siz sevinin, ben değil! Hükümdarınıza dönün ve ona söyleyin ki, asla karşı koyamayacağı ordularla gelir, onları hor ve hakir bir durumda yurtlarından sürer çıkarırım, dedi Hakiki krallık neymiş anlaşılsın Elçiler geri dönüp Belkıs'ın yanına vardılar Süleyman as'ın dediklerini bir bir anlattılar
Bunun üzerine Belkıs kavminin ileri gelenlerini toplayarak Süleyman as'ın karargâhına doğru yola koyuldu Nihayet varmalarına az bir mesafe kala Süleyman as çevresinde bulunanlara:
- Ey ileri gelenler, onlar gelmeden önce hanginiz Belkıs'ın tahtını bana getirebilir? diye sordu Cinlerden biri:
- Sen yerinden kalkmadan önce getirebilirim, dedi Süleyman as, daha erken gelmesini istiyorum, deyince, kendisine Allah tarafından verilmiş bir ilmin sahibi olan Asaf b Berhıya:
- Sen daha gözünü açıp kapamadan onu sana getirebilirim Gökyüzüne bak, birazdan onun tahtını yanında göreceksin, dedi ve secdeye kapanıp İsm-i Azam duasını okudu Süleyman as hemen o anda Belkıs'ın tahtını kendi tahtının yanında buldu
- Bu Rabbim'in bir lütfudur Şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü diye beni sınamaktadır, dedi Ümmetinden birinin Rabbi'nin katında hemen duası makbul olunacak bir dereceye ulaştığını görmüş, hamdetmişti Süleyman as maiyetindekilere dedi ki:
- Tahtı Belkıs'ın tanıyamayacağı bir hale getirin Bakalım kendi tahtı olduğunu fark edebilecek mi? Emredildiği üzere taht değiştirilip, üzerindeki mecusilik ve putperestlik sembolleri söküldü Belkıs ve Sebe krallığının ileri gelenleri Süleyman as'ın huzuruna vardılar Misafirler ağırlandı, sohbet edildi Süleyman as “Senin tahtın da böyle miydi?” diyerek Belkıs'ın tahtını gösterdi Belkıs şaşırarak:
- Tıpkı o! Fakat ben onu surların içerinde bırakıp gelmiştim Onu koruyan binlerce asker vardı Buraya nasıl gelebildi? dedi Süleyman as cinlere, Belkıs gelmeden önce, onu ağırlamak için bir saray inşa etmelerini de emretmişti Sarayın avlusunun tabanını billurdan yaptırmış, altından sular akıtmış ve içine balıklar koydurtmuştu Süleyman as köşke kadar eşlik ederek Belkıs'ı içeri buyur etti
Belkıs avluyu görünce derin bir su sandı ve kaftanının eteğini topladı Süleyman as zeminin billurdan yapılmış şeffaf bir döşeme olduğunu izah etti Bütün bu yaşadıkları Belkıs'ı derinden sarstı Krallığı, sarayı, ihtişamlı hayatı gözünün önüne geldi ve anladı ki asıl ihtişam Allah'a ve O'nun sadık kullarına ait Tevbe edip Allah'a yöneldi Şöyle niyaz etti:
- Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim Süleyman'la beraber alemlerin rabbi olan Allah'a teslim oldum Öyledir; mal-mülkle övünmek, kendinde bir varlık vehmetmek, sadece kendine yazık etmektir Hakiki güç ve zenginlik Alemlerin Rabbi'ne itaat ve inkıyattır İnsanlar bunu anlasın diye peygamberler gönderildi Ve ibret alalım diye onların yaşadıkları bize anlatıldı
HZ MERYEM

Hz. Meryem ve Annesi
Bu geçitte, iman cilvesi ve direnç kaynağı olan İslam tarihinin en aydın yüzlerinden birisi...Hz. Meryem'in kıssası, Kur'an'da geçen en ilginç ve en güzel kıssalardan biridir.
Meryem'in dünyaya gelişi, anesinin hayat hikayesi, bakire bir genç kız olduğu halde gebe kalıp "Hz. İsa"yı doğurması gibi olaylar, Kur'an-ı Mecid'de etraflıca anlatılan pek şirin ve ilginç hadiselerdendir. Bu kıssa, özellikle Meryem suresinde tefsilatlı bir şekilde anlatılmıştır, biz burada, Meryem ve Âl-i İmran surelerindeki kıssayı özetle vermeye çalışacağız.
Meryen'in annesi "Henne" (veya "Hena"), Hz. Yakub soyunun büyüklerinden ve saygın bir dinadamı olan "İmran"la yıllardır evli olduğu halde halâ çocukları olmamıştı. Yıllar geçti... Fakat bütün bekleyişi boşa çıkmıştı. Nihayet bir gün Allah Tealâ'nın dergâhına sığınarak bütün kalbiyle ona tazarruda bulunup yakardı:
"İmran'ın karısı dedi ki: "Rabbim! Karnımda olanı...
-dünyaya geldiği zaman Senin evinin hizmetkârı olması için
-serbest bırakacağıma dair adakta bulunuyorum.
O halde sen de bu adağı benden kabul ediver...
Şüphe yok ki Sen işiten ve bilensin!...! (Âl-i İmran, 35)Beyt'ul Mukaddese o devirlerde "Heykel" deniliyordu.
Bu mabedin yapımına Hz. Davud başlamış, oldu Hz. Süleyman tarafından ta tamamlanmıştı. İslâm devrinde, işte bu mabedin yanında "Mescid-i Aksâ "veya" BEYT'UL MUKADDES" inşa edildi.Temiz tıynetli bir kadın olan "Henâ"nın duası nihayet kabul olundu, Henâ gebe kalmıştı. Vakit tamamlanıp da doğum yapınca bebeğin oğlan değil, kız olduğunu gördü; bunu beklemiyordu! Bu nedenle "Ya Rabbi!" dedi, "Bu bir kız çocuğu!...
(Oysa ben, mabede daha iyi hizmette bulunabilmesi için bana erkek evlat verirsin sanmıştım)"Ancak, Allah Tealâ, bu kız çocuğunun ne kadar pâk ve temiz tıynetli olduğunu biliyordu elbet. Ancak, Meryem'in annesi, kız çocuğunun erkek çocuk kadar Allah'ın evine hizmet edemeyeceğini düşündüğünden
"Onun adını Meryem -âbide, ibadet eden kadın,
- koydum; onu ve soyunu, katından kovulmuş şeytanın şerrinden Sana sığındırırım." dedi. (Âl-i İmran, 36)Meryem'in annesi Hena, adağını yerine getirmesi ve ahdine vefa göstermesi gerektiğini biliyordu.
Bu nedenle, kız olmasına rağmen Meryem'i "İbadet eden kız" olarak Allah'ın evine adadı."Allah da Meryem'i güzel bir şekilde kabul ederek onu gereğince eğitip yetiştirdi."Babası, Meryem'in dünyaya gelişinden önce öldüğü için annesi Henâ, küçük yaştaki Meryem'i getirip Allah'ın evinin mütevellilerine teslim etti ve onlardan, çocuğunun, Allah'ın evine hizmet etmesi hususundaki adağını kabul etmelerini istedi."İsrailoğullarının en önde gelen dinadamlarından ibaret bulunan Beyt'ul Mukaddes mütevillileri, Meryem'in sorumluluğunu üstlenme ve onu yetiştirme hususunda ihtilafa düştüler.
Sonunda, kur'a çekmek için kalemlerini suya atmaya karar verdiler. Kimin kalemi su yüzüne çıkarsa şehrin muhterem ve tanınmış siması İmran'ın kızını o yetiştirecek, Allah'ın evinde onun velayet ve kefaletini üstlenme şerefi ona ait olacaktı.Hepsi kalemlerini suya attılar. Bütün kalemler suya gömülmüş, sadece Zekeriya'nın kalemi su yüzüne çıkmıştı!
Böylece Meryem'i eğitme ve yetiştirme görevi Meryem'in teyzesinin kocası olan Zekeriya'ya düşmüş oldu.Beyt'ul Mukaddes'te, yüksekçe bir yerde Meryem'e küçük bir oda yaptılar; eğitim ve terbiyesi Zekeriya'nın uhdesine bırakılmıştı.Meryem'in yiyecek ihtiyaçlarını karşılamakla da görevli olan Zekeriya, ne zaman Meryem'in yanına gittiyse onun önünde cennet yiyecekleri buldu; Meryem cennet yiyecekleriyle besleniyordu!"...
Zekeriya ne zaman mihraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu. "Ey Meryem, bu yiyecekler nereden geldi sana?" diye sorunca, Meryem, "Bu, Allah katındandır" dedi, "Şüphesiz Allah dilediğine rızık verendir." (Âl-i İmran, 37)Zekeriya, Meryem'in, Allah Tealâ'nın özel ihsan ve lütfuna mazhar olduğunu anlamıştı.
Böylece Meryem, peygamber-i İlâhî Hz. Zekeriya'nın özel bakım ve nezareti altında, emîn ilâhî mabedde yıllarca kaldı.Artık Meryem büyümüş, uzun boyu, ahlâkî ve fiziki güzelliği itibarıyle yaşadığı devrin en güzel kızı olmuştu. Halâ mabeddeki yüksek odasında yaşıyor; ancak bütün erkekler dışarıya çıktıktan sonra aşağıya inerek yerleri süpürüyor, mabedin temizliğiyle meşgul oluyordu.Bir gün yine küçücük odasında oturmuşken Allah'ın melekleri gelip "Ey Meryem! Allah'a gönülden itaat et!" dediler, "Secde et O'na, ve O'nun huzurunda tevazu gösterenlerle birlikte sen de tevazuda bulun!" (Al-i İmran, 43)
Başka bir gün yine melekler inerek "Ey Meryem" dediler, "Allah Tealâ seni Meryemoğlu İsa Mesih adlı bir bebekle müjdelemektedir. O, dünyada da ahirette de seçkin, onurlu, saygın ve Allah'a yakın kılınanlardandır."(Âl-i İmran, 45)- Hemedan'da yaşayan Amerikalı rahip Haks, "Mukaddes Kâmus" adlı kitabının 806. sayfasında "Efendimiz İsa, belli bir hizmet ve fedakarlıkla görevlendirilmiş olduğu için "Mesih" lâkabıyla adlandırılmıştır." der-"O, beşikte de, tıpkı büyüdüğünde olduğu gibi insanlarla konuşacaktır.
Ve o, salihlerdendir, Allah'ın has kullarından biridir." (Âl-i İmran, 46)Meryem "Allah'ım! dedi, "Şimdiye değin beşer eli bana değmemiş olduğu halde nasıl olur da bir oğlan çocuğu doğururum ben?" Bunun üzerine melek: "Bu böyle olacak, Allah dilediğini yaratır" dedi, "Allah Tealâ bir şeyin olmasını istediği ve onu irade ettiği zaman yalnızca" ol!" der, o da hemen oluverir! (Al-i İmran, 47)Bu kıssanın devanı Meryem suresinde geçer.
Allah Tealâ mezkur surede yaşadığı devrin en iffetli ve en temiz genç kızı olarak ün salmış bulunan çağın örnek kızı Meryem'in nasıl hamile kaldığını şöyle anlatır:"Ey Peygamber! Meryem'i de hatırla! Hani o ailesinden uzaklaşıp, yaşadığı kentin doğu tarafından bir yere çekilmişti.""Sonra onlara karşı- kendisini gizleyen -bir perde çekmiş ve suda yıkanmaya koyulmuştu. İşte tam bu sırada ona Ruh'ul Kudüs'ü Hz. Cebrâil - gönderdik. ruh'ul Kudüs, yakışıklı ve çekici bir erkek kılığında ona göründü. Ansızın karşısına dikilen güzel vücutlu ve çekici erkeği gören
Meryem "Allah'a sığınırım!" dedi, "O'ndan, senin kendisinden korkup çekinmeni, takva sahibi bir insan olmanı ve hakkımda kötü şeyler düşünmemeni sağlamasını dilerim!"Allah'ın görevlendirmiş olduğu Ruh'uh Kudüs "hayır! dedi. "İnsanoğlu değilim ben" Rabbinin elçisiyim, sana O'nun tarafından tertemiz bir erkek çocuğu armağan etmek için gönderildim."Meryem "Ben nasıl çocuk doğururum?" dedi, "Bana erkek eli değmemişken ve zinada da bulunmamışken?!"İlâhi melek "İşte böyle" dedi, "Rabbin bu işin olmasını dilemiştir. Rabbin, bu iş benim için pek kolaydır, diyor, biz onu, insanlara gücümüzü göstermek üzere bir alâmet kılıyor ve tarafımızdan bir rahmet biliyoruz. Velhasıl, bu işin artık olup bittiğini bilmen lazım!" (Meryem, 16-21)
Genç, bakire iffetli ve vâkur bir kız olan ve o sırada çıplak bir halde yıkanmakla meşgul bulunan Meryem'in karşısında Ruh'ul Kudüs'ün maddeleşerek insan kılığına bürünmesi ve onunla konuşması; çıplak olduğu bir sırada kendisinden bir adımlık mesafede güzel bir erkekle ansızın karşı karşıya kalan
Meryem'in aniden sarsılarak kanama geçirir gibi olmasıyla sonuçlandı.İşte bu olayla birlikte, bütün bilim kurallarına ve tabiat kanunlarına aykırı olmak üzere tamamen esrarengiz bir şekilde ve mutlak anlamda yalnızca Allah Tealâ'nın iradesi sonucu
Meryem gibe kalmış oldu!.. Yeryüzü yaratılalıberi ilk kez gerçekleşen ve daha sonra da benzeri vuku bulmamış olan bir hadiseydi bu!..Evet, bu apaçık bir mucizeden, Allah Tealâ'nın iradesinden başka birşey değildi. Zaten O'nun iradesi tabiat kanunlarının ötesinde, bütün bilim kurallarının üzerinde ve bizim hesaplarımızın fevkinde değil midir daima?
Böylece Meryem, Allah'ın ruhu ve O'nun iradesiyle hamile kalmış oldu ve bu hamilelik duygusu onu, gözlerden uzak bir yere çekilmeye itti. Burada doğum sancısı başlamıştı.Çaresiz, bir hurma dalına sığındı.El değmemiş genç ve iffetli bir kızken hamile kalmıştı ve şimdi de doğurmak üzereydi! Bunu düşünmek bile zihnini alt-üst ediyor, tüylerini ürpertiyordu.
Bu nedenle, dayanamayıp "Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!" dedi. İşte tam bu sırada kupkuru bir halde bulunan hurma ağacının altından bir ses yükseliverdi: "Ey Meryem, üzülme, hüzne kapılma! Rabbin, ayaklarının altından bir pınar akıtmakta ve bunu, sana olan lütuf ve kereminin bir belirtisi olarak göstermektedir"."Ey Meryem! -Demin kupkuru olduğu halde şimdi ansızın yeşermiş ve meyve vermiş bulunan- hurma dalını salla, taptaze hurmalar dökülüversin sana! Sonra da o taze hurmaları ye.
Gözün aydın olsun! Sen bebeğini doğurduktan sonra bedhah ve kötü yürekli yahudiler seni eleştirir ve bu çocuğu nereden getirdiğini sorarlarsa onlara "Ben Allah Tealâ için oruç adağında bulundum, bugün kimseyle konuşmayacağım" de. (Meryem, 22,26)
Derken, Meryem doğum yaptı. Pek şirin ve güzel bir bebek olan minik İsa'yı tertemiz bir şekilde ve kundaklanmış olarak alıp kavmine getirdi. Bu hadisenin vuku bulduğu şehir, Filistin'de bugün Hz. İsa'nın doğum yeri olarak tanınan "Nâsıre" dir.
Hz. İsa Nasıre'de dünyaya geldiği için ona "Nâsıreli İsa" derlerdi; nitekim bugün izleyicilerine "Nesârâ" ya da "Nasrânî" denilmesinin nedeni de budur.Yakuboğullarından, yani İsrailoğulları soyundan olan ve yahudi kavmine mensup bulunan Meryem, o hal ve vaziyette, kucağında bir bebekle kavmine gelince, ona "Ey Harun'un kızkardeşi!" dediler, "Ne baban kötü biriydi, ne de annen... Sen bakire bir genç kızdın, bu çocuğu nereden getirdin?!"
Bu sırada Meryem, gaybî bir ilhamla, eliyle çocuğuna işaret ederek bunu ondan sormalarını istedi. Bunun üzerine onlar "Kundaktaki bir bebekle nasıl konuşalım biz?!" dediler. (Meryem, 27-29)İşte bu sırada, kundaktaki bir bebek olan İsa "Ben" dedi, "Allah'ın kuluyum!.. Semâvî kitabın -anlamı- verilmiştir bana; Rabbim peygamber kılmıştır beni!..
Nerede olursam olayım, Rabbim orasını bereketlendirmiş ve bana, hayatta olduğum müddetçe namaz kılmanı, zekat vermemi, anneme karşı iyi olmamı, zalim ve taşyürekli olmamamı tenbihlemiştir!.. Selam bana; doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün!.."Allah Tealâ, Tahrim suresinin son âyetinde
Hz. Meryem'in kişiliğinden şöyle sözeder:"İmran'ın kızı Meryem, imanlı bir insan hususunda verilecek en mükemmel örnekti. Rahmi tertemizdi -ırzını korumuştu- ve biz de ona kendi ruhumuzu üfledik. O, Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdiklerdi; şahsen, Allah Tealâ'ya gönülden bağlı olan ve O'na itaat eden kullardandı."
İffetinle misâl oldun insanlığa yâ Meryem
Seni misâl almayan hanım olamaz yâ Meryem.
Seçti Allah yaptı seni numune-i imtisâl,
Bütün Cennet hurileri sana bende yâ Meryem…
HZ HACER VE HZ SARE
HZ SARE VALIDEMIZ

HALIL IBRAHIM BEREKETI

Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmışHalil ibrahim bereketi,anlamı nereden geliyor... Büyüğü Halil Küçüğü ise İbrahimHalil evli çocuklu İbrahim ise bekarmış Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş Bununla geçinip giderlermişBir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı İkiye ayırmışlarİş kalmış taşımaya Halil, bir teklif yapmış İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim Sen buğdayı bekle
-Peki abi demiş İbrahim Ve Halil gitmiş çuval getirmeyeO gidince, düşünmüş İbrahim -Abim evli, çocuklu Daha çok buğday lazım onun evine Böyle demiş ve, Kendi payından bir miktar atmış onunkine Az sonra Halil çıkagelmiş
-Haydi İbrahim Demiş, önce sen doldur da taşı ambara Peki abi ! İbrahim, kendi yiyeceğinden bir çuval doldurup düşer yola O gidince, Halil düşünür bu defa :
Der ki: -Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var Ama kardeşim bekar O daha çalışıp, para biriktirecek Ev kurup evlenecek Böyle düşünerek, kendi payından atar onunkine birkaç kürek Velhasıl biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine
Bu, böyle sürüp gider Ama birbirlerinden habersizdirler Nihayet akşam olur Karanlık basar Görürler ki, bitmiyor buğdaylar
Hatta azalmıyor bile Hak Teala bu hali çok beğenir Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki Günlerce taşır iki kardeş bitiremezler Şaşarlar bu işe Aksine çoğalır buğdayları Dolar taşar ambarları Bugün “Bereket” denilince,
bu kardeşler akla gelir Bu bereketin adı: Halil İbrahim bereketidircenabu hak hepimize halil ibrahim bereketi versin inşaALLAH
HZ HACER VALIDEMIZ

NEY ILE TEVAZU

Neydir bu ney
Dile söze dilleyene dil olan
Gönüldeki sesdir bu ney
Hakdan gayesini arayan
Dünyaya ibreti satan sesdir ney
Hani bir hu der, dinleyende
Hu diyene boyun büker
Edep edep ilee edep dercesine İbrettir bu ney
Tevazu satar tevazu alır
Edebi hu der bu ney
Rahman semasında
Yedi kat alem olur sana
Yedi katın hepsini
Kendinde ara der, bu ney
Semada nice alem sırrı
Ararda bulunmaza hu diyen
Ses ile gönülü ,yedi kata baglar bu ney
EN SEVDiĞiNE SADAKA

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN (SAV) SEVDIGI YEMEKLER

"En çok hoşlandığı yiyecek etti."
"Kabağı çok severdi."
"Avlanan kuş etlerini yerdi."
"Hurmalardan Acve hurmasını severdi."
Hz. Aişe (ra) Peygamberimiz (sav)'in sevdiği yiyeceklerle ilgili şunları söylemiştir:
"Tatlı ve balı severlerdi."
"Hazreti Peygamberin katık olarak yediği yemeklerin bir kısmı şöyle sıralanabilir: Koyunun ön kolu ve sırt eti, pirzola, kebap, tavuk, toy kuşu, et çorbası, tirit, kabak, zeytinyağı, çökelek, kavun, helva, bal, hurma, pazı, anber balığı…"
Hz. Aişe (ra) ek olarak şunları bildirmiştir:
"Kavun, karpuzu yaş hurma ile yerlerdi."
Hz. Cabir (ra)'den:
"Taze hurma ve kavun çok yerlerdi ve 'bunlar güzel meyvedir' derlerdi.
"Hiçbir zaman bir yemeği yermemiştir. Hoşuna giderse yer gitmezse yemezdi. Hoşlanmadığında da bir başkasına kötülemezdi."
Peygamber Efendimizin sevdiği bazı yiyecekler için söylediği sözlerden bir kısmı ise şöyledir:
"Etin en güzel yeri sırt etidir."
"Sirke ne güzel katıktır"
"Mantar kudret helvasıdır."
"Sinameki ve sennut (tereyağ tulumuna konulan bal) yemeye devam ediniz. Çünkü bu iki şeyde samdan (ölümden) başka her hastalıktan şüphesiz şifa vardır."
"Zeytinyağını yiyiniz ve kullanınız. Çünkü bu yağ mübarektir."
O'NUN HAKKINDA BUNLARI BiLiYOR MUSUNUZ?
Hz.Peygamberin öz amcalarının Ebu Talib ve Zübeyr olmak üzere iki tane olduğunu, diğer amcalarının üvey olduğunu...·Hz.Abbas’ın Efendimizden 3 yaş büyük olduğunu...·
Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe’nin Efendimizin(sav) ilk süt annesi olduğu gibi, Hz Hamza’nın da süt annesi olduğunu ve Efendimizin (sav) bu aziz amcası ile aynı zamanda süt kardeş olduğunu... ·Annesi Amine’nin Efendimizi(sav) ancak 1 hafta emzirdiğini...·
İbn-i Abbas’tan nakledildiğine göre Cenab-ı Hakk’ın Peygamberler arasında Kur’an’da sadece Hz.Peygamberin(sav) hayatına yemin ettiğini (Hicr-72)·
Ömer bin Abdülaziz’in Resulullah’ın(asm) eşyalarını bir eve toplayarak müze yapıp, sergilediğini...
Sergilediği eşyanın ise iple örülmüş bir sedir, içi hurma lifi ile doldurulmuş bir çanak, su bardağı, elbise, el değirmeni, başına sardığı bir kadife ve giyim eşyasından ibaret olduğunu...·
Peygamberimizin meşhur devesi Kasva’yı hicreti sırasında 400 dirheme aldığını, ona kesik kulak (kasva) adını bizzat verdiğini ve hayatı boyunca ondan çok memnun kaldığını...
Hz.Enes’ bin Malik’in “Sevgili Peygamberimi rüyada görmediğim gece olmuyor” dediğini.
•Ebu Said adlı sahabenin “Resulullah’ı toprakta görünce kalplerimiz burkuluverdi" dediğini..
•Abdullah bin Zübeyir’e göre insanlar içinde Resulullah’a en çok benzeyenin torunu Hz.Hasan olduğunu.
•Resulullah’ın “Beni Hud, Vakıa, Mürselat, Nebe,Tekvir sureleri ihtiyarlattı" buyurduğunu.
•”Siz bu ayetlere mi hayret ediyor,gülüyor da ağlamıyorsunuz” ayetleri(Necm:59-60) nazil olduğu zaman Suffa ashabının yanakları ıslanıncaya kadar gözyaşı döktüğünü,iniltileri Resulullah’a(sav) ulaşınca onun da onlarla ağladığını.
•Hz.Enes’in “Ensardan yirmi genç Resulullah’a hizmet için ondan ayrılmazlardı. Peygamberimiz bir iş görmek istediği zaman onları gönderirdi" dediğini.·
Peygamber efendimiz(sav)in yolculuklarına Perşembe günü dışında çıktığının pek nadir olduğunu, ekseriyetle Perşembe gününü tercih ettiğini...·
Uhud’da bir kılıç darbesiyle mübarek yüzü kanla kaplanan Allah Resulünün (sav) “Peygamberinin yüzünü kana bulayan bir topluluk nasıl kurtulur ve mutlu olur?” dediğini...·
Mute’ye giden orduya katılan ama Efendimiz(sav)in arkasında son bir Cuma namazı kılmak için Medine’de kalan Abdullah bin Revaha’ya :“Yeryüzü dolunca sadaka dağıtsan, onların bir sabah namazında elde ettikleri ecr ve mükafatı elde edemezsin” denilince bu zatın hemen yola çıkıp arkadaşlarına yetiştiğini...
Hz.Enes’ bin Malik’in “Sevgili Peygamberimi rüyada görmediğim gece olmuyor” dediğini.
•Ebu Said adlı sahabenin “Resulullah’ı toprakta görünce kalplerimiz burkuluverdi" dediğini..
•Abdullah bin Zübeyir’e göre insanlar içinde Resulullah’a en çok benzeyenin torunu Hz.Hasan olduğunu.
•Resulullah’ın “Beni Hud, Vakıa, Mürselat, Nebe,Tekvir sureleri ihtiyarlattı" buyurduğunu.
•”Siz bu ayetlere mi hayret ediyor,gülüyor da ağlamıyorsunuz” ayetleri(Necm:59-60) nazil olduğu zaman Suffa ashabının yanakları ıslanıncaya kadar gözyaşı döktüğünü,iniltileri Resulullah’a(sav) ulaşınca onun da onlarla ağladığını.
•Hz.Enes’in “Ensardan yirmi genç Resulullah’a hizmet için ondan ayrılmazlardı. Peygamberimiz bir iş görmek istediği zaman onları gönderirdi" dediğini.·Peygamber efendimiz(sav)in yolculuklarına Perşembe günü dışında çıktığının pek nadir olduğunu, ekseriyetle Perşembe gününü tercih ettiğini...
•Amcası Ebu Talib’in Resulullah daha gençken ve kendisine nübüvvet verilmeden evvel O’nun hakkında bir şiirinde “Tertemiz yüzü aşkı için yağmur talep edilen, dulların hamisi, yetimlerin sığınağı” dediğini.
•Resulullah’ın dedesi Abdülmuttalib’in uzun boylu, sarışın ve sevimli bir sakal sahibi olduğunu. •İbn-i Habib adlı müellifin “Ümmehat-un Nebi” adıyla bize 20 nesil boyunca Resulullah’ın ninelerini gösteren calib-i dikkat bir çalışma bıraktığını
•Resulullah’ın(sav) yedi yaşında bir göz hastalığına tutulduğunu, Mekke’nin tabibleri soruna çözüm bulamayınca, Ukaz civarındaki bir Hristiyan tabibin hazırladığı ilaçla iyileştiğini.
•Belazuri’nin nakline göre Efendimiz(sav) gençliğinde bir gün amcaları Ebu Talib ile Ebu Leheb kavga ederken, Ebu Leheb’in Ebu Talib’in üzerine çıkıp onu hırpalaması üzerine koşarak onu ittiğini. Bunun üzerine Ebu Talib’in Ebu Leheb’in üzerine çıkıp onu bir güzel dövdüğünü...Kavga bittikten sonra Ebu Leheb’in “Ya Muhammed. Ben de Ebu Talib gibi senin amcanım. Yapacağını bana yaptın. Niçin ona da aynı şekilde hareket etmedin? Neden? Vallahi gönlüm seni asla sevmeyecek, asla” dediğini…
•Efendimiz’in(sav) dedesi Abdülmuttalib’in Ramazan ayında Hira mağarasına inzivaya çekilip kapandığını.
•Resulullah’a bir keresinde deve üzerinde iken vahy geldiğini, Efendiler Efendisinde(sav) oluşan ağırlık etkisiyle devenin bacaklarının neredeyse kırılacak hale geldiğini
•Hz.Ebu Zer’in Efendimiz(sav)’i bulmak için geldiği Mekke’de Kureyşlilerce çok kötü dövüldüğünü. Hatta “Kendime geldiğimde akan kanlarla kızıla boyanmış bir puta döndüğümü gördüm”dediğini…
•Ukbe bin Muayt adlı bir kafirin Mekke döneminde Resulullah Kabe’de namaz kılarken,elbisesiyle onu boğmaya çalıştığını.
•İlk tebliğ yıllarında Müslümanların alabildiğine zorlandığını...Hatta Sad bin Ebi Vakkas’ın “Bütün bir yıl boyunca İslam’ı saklamaya çalıştık.Ve namazlarımızı kapılar arkasından sürgülü olduğu halde evlerde ve şehir civarındaki dağ aralıklarında kıldık” dediğini
•Altıncı Müslüman olan Sad bin Ebi Vakkas’ın aynı zamanda Allah yolunda ilk kan döken Müslüman olduğunu
•Bedr Savaşında Allah Resulü(sav)’nün sancaktarın Musab bin Umeyr olduğunu.
•Resulullah’ın(sav) her gece 11 veya 13 rekat teheccüd namazı kıldığını..
•İbn-i Abbas’tan bir rivayete göre Resulullah’ın(sav) “Üç şey var ki, bana farz size nafiledir:1-Kurban kesmek2-Vitr namazı3-Sabahın iki rekatlık sünnetini kılmaktır” buyurduğunu.
•Belazuri’nin nakline göre Resul-i Ekrem(sav)’in hayatında Medine’de dokuz mescid olduğunu...
•Resul-i Ekrem’in “Allah koyun çobanlığı yapmayan hiçbir nebi göndermemiştir” buyurduğunu...
•Katade(ra), O’nun(sav) ashabını anlatırken: “Alışveriş yaparlar, ticaretle meşgul olurlardı. Fakat Allah’ın hukukundan bir hak onlara yaklaştığı zaman ne ticaret, ne de alışveriş onları Allah’ın zikrinden alıkoymazdı. Nihayet onu Allah’a döndürürlerdi” dediğini.
•Kur’an’da Peygamberler arasında sadece Hz.Peygamberin(sav) hayatına yemin edildiğini (Hicr:72).Şeyh Galib’in meşhur naatında: “Menşur-u leamrükle müeyyedsin efendim” diyerek bu yemine işaret ettiğini
•Cenab-ı Hakkın bazı peygamberleri kendi ismiyle isimlendirdiğini, mesela Hz İsmail ve İshak için Alim ve Halim, Hz.İbrahim için Halim, Hz Musa için Kerim, Hz Yusuf için Hafiz isimlerini kullandığını… Resulullah’ın ise bu isimlerden 30 kadarıyla Kur’an’da isimlendirildiğini…
•Cenab-ı Hakkın peygamberler içinde Rauf ve Rahim isimleriyle sadece Resul-u Ekrem’i andığını…
•Habib-i zişan’ın doğum yılının 569, 570 veya 571 olduğu hususunun ihtilaflı olduğunu,ama çoğunluğun görüşüne göre 571 olduğunu
•Peygamber-i ahirzaman’ın sabaha doğru doğduğunu…•Muhammed isminin cahiliye Araplarınca az bilindiğini, Ahmed isminin ise daha az bilindiği…
•Cahiliyye Araplarının mukaddes kitaplardan Muhammed isminde bir nebinin zuhur edeceğini bildiklerinden bazı kimselerin çocuklarına ilerde o peygamber olabilir ümidiyle Muhammed koyduğunu…
•İbn-i Hacer’in Feth-ul Bari’de nakline göre Cahiliyye devrinde Muhammed bin Adiyy bin Rebia’nın babasının bir Suriye seyahatinde tanıştığı bir papazdan: “Arabistan’da bir peygamber doğacağını ve isminin de Muhammed olacağını” öğrenmesi üzerine Adiyy bin Rebia ailesinden doğan bütün çocuklara Muhammed isminin konulduğunu…
•Server-i Alem’in Rahip Bahira ile karşılaştığında 12 yaşında olduğunu…
•İbn-i Cerir,İbn-i Sad ve İmam Kastalani’nin İmam Şabi’den rivayet ettiklerine göre Nübüvvetin ilk üç yılında İsrafil(as)’ın Hz. Peygamber’in eğitimiyle görevlendirildiğini…
•Sahabeden Abdullah bin Zeyd’e Resulullah’ın(sav) vefatı haber verildiğinde “Rabbim gözlerimi al da, Habibim Muhammed’den başkasını görmeyeyim” dediğini...
•Resullah’a ilk vahyin bir pazartesi günü geldiğini...
•“Ey iman edenler seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin”(Hucurat:2) ayeti nazil olunca, Hz. Ebubekir’in “Ya Resulullah! Yemin ediyorum ki, bundan sonra sizinle iki sır dostunun gizli konuştuğu gibi konuşacağım dediğini...”
•Ashab-ı Kiramın, Efendimizle(sav) sohbette bulunurken edeplerinden başlarını kaldırıp, onun yüzüne bakamadıklarını. Sadece Hz Ebubekir ve Ömer’in kendisine zaman zaman bakıp gülümsediklerini Peygamber efendimizin de tebessümle mukabelede bulunduklarını...
•Mekke’de Resul-i Ekrem’in doğduğu mıntıkanın isminin “Şı’b-i Amir” olduğunu...
•Efendimizin)sav) anneannesinin adının Berre olduğunu..
•Peygamberimizin dayısının olmadığını...
•Peygamberimizin vefatı hengamında üzerindeki elbisesinin yamalı bir örtü ve el dokuması sert bir entari olduğunu...
•Resulullah’ın elbise rengi olarak beyazı sevdiğini...
•Buhari’nin rivayetine göre Resulullah’ın ekmeği keserken bıçak kullandığını...
•Peygamberimiz’in atlarının adının Since ve Lahif, merkebinin Afir, katırının Düldül ve Tiyye, develerinin adının Kusva ve Adba olduğunu...
•Peygamberimiz’in zamanında at yarışlarının düzenlendiğini, bunun idaresinin Hz. Ali’de olduğunu...
•Birisinin mescitte “Allah’ım beni ve Muhammed’i bağışla” demesi üzerine Resul-ü Ekrem’in “Allah’ın lütuf ve merhametini çok darlaştırdın” buyurduğunu…
11 Ağustos 2010 Çarşamba
SECDEDE OLMEK ISTERMISINIZ

HZ MUSA VE FAKIR

HZ MUSA VE COBAN

Hz. Mûsa bir gün giderken bir çobana rastladı. Çoban hafif yüksek sesle şu şekilde kendi kendine konuşuyordu:
-Ey kerem sâhibi olan Tanrım, neredesin ki sana kul kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım. Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım. Yüce Rabbim sana taze süt ikram edeyim. Bütün keçilerim sana kurban olsun, deyip duruyordu.
Hz. Mûsa sordu:
-Kiminle konuşuyorsun? dedi.
Çoban: “Yeri göğü yaratan Allah’ımla konuşuyorum” dedi.
Mûsa çobanı azarladı:
Yaptıkların yanlıştır! Allah haşa insan mıdır k!. O’na bu şekilde hitap etmek doğru değildir! dedi.
Çobanın dünyası yıkılmıştı. Ne yapacağını bilemeden başını alıp gitti, çöllere doğru koşmaya başladı.
Biraz sonra Hz. Mûsa’ya Cenab-ı Hak’tan şöyle bir hitap geldi:
-Ey Mûsa senin görevin insanları benden uzaklaştırmak mı yoksa bana yaklaştırmak mı? Neden o saf kulumuzu bizden ayırdın? Biz söze, dile bakmayız; gönüle ve hâle bakarız!” diyordu.
Hz. Mûsa çölün yolunu tutarak çobanı buldu ve müjdeyi verdi. Dilediği gibi Rabbine seslenebileceğini bildirdi. (Bk. Mesnevî, C. II, beyit: 1720 vd. )
AÇIKLAMA:
Müslümanlıkta Allah telâkkisinin nasıl olduğu sorusu farklı ifâdelerle cevap bulur. İnsan-Allah ilişkileri bir bakıma buna göre şekillenir. Allah nasıl bir varlıktır? O, her şeyden yüce, ötelerde, erişilmez bir varlık mıdır? Yoksa yanımızda, yakınımızda, hattâ içimizde midir? Kur’an-ı Kerim’de bu her iki anlayışa uygun âyetler vardır. Bunlardan birincisine “tenzîhî”, ikincisine “teşbîhî” görüş denir.
Tenzihçi anlayışa göre Allah müteâl (aşkın) bir varlıktır. Mekândan münezzehtir. O, hatırımıza gelebilecek her şeyden başkadır. Şu âyetler bu görüşü destekler: 'Leyse kemislihî şey’ “O’nun benzeri yoktur” (Şûrâ, 44/11).
'Velem yekün lehü küfüven ehad', “Hiçbir şey O’na denk değildir” (İhlâs 112/4).
Teşbihî bakış açısı ise bize daha yakın, bizimle daha içli dışlı bir Allah tasviri sergiler. O, her yerdedir, bizimle berâberdir.
Hadid suresi 4. Âyette 've hüve meaküm eynema küntüm',
“Nerede olursanız olun O sizinle berâberdir” buyrulur.
Ayrıca “Ey Muhanmmed, kullarım beni sorarlarsa bilsinler ki, ben şüphesiz onlara çok yakınım” (Bakara, 2/186) buyrulur.
Allah’ın insana “şah damarından daha yakın” olduğu ifâde edilir (Kaf, 50/16). Ayette şöyle denir:
'Fe eynemâ tüvellû fe semme vechullah', “Nereye dönerseniz Allah oradadır.” (Bakara, 2/115) denir.
Gönül adamları daha çok ikinci anlayışa yakın olmuşlardır. Onlar teneffüs ettikleri havada, kokladıkları çiçekte, içinde dolaştıkları tabiatta hep Allah’ın bir biçimde tecellîlerini görmüşlerdir. Bu durum Allah’la içili dışlı ve barışık olmayı doğurur. O’nu daima yanında, içinde hissetmeyi sağlar. Meselâ Yûnus Emre ve onun gibi düşünenler bu duygularla dolup taşmaktadır, o şöyle der:
“Dağlar ile taşlar ile / Çağırayım Mevlâm seni / Seherlerde kuşlar ile / Çağırayım Mevlâm seni.”
Böyle bir anlayış aynı zamanda Allah’a karşı saygılı olmayı gerektirir. Çünkü O uludur, yücedir.
Bu berâberlik ahlâklı davranmayı doğuracaktır. Her yerde ve her şeyde Allah’ın bir eserini, bir tecellîsini gören insan, Allah’a olan sevgi ve saygısından dolayı, eşyaya ve varlıklara da sevgi ve şefkatle yaklaşacaktır.
Aynı zamanda edepli ve ahlâklı davranacaktır. Bazı büyük zatların, ayaklarını uzatıp sere serpe oturmaktan kaçındıkları hikâye edilir. Bunu, Allah’ın huzûrunda bulunmanın bilinciyle yaptıkları söylenir. Bütün bunlar elbette saygıdeğer davranışlardır.
Bir de coşkun taşkın ruh haline sâhip olanlar vardır. Onlar bazen zâhir ölçüleri kaçırabilirler. Ama içlerinde taşıdıkları sonsuz aşk ve muhabbet dolayısıyla onların ufak tefek kusurlarına bakılmaz. Nitekim bizim kültürümüzde sıradan meczuplara bile saygı duyulur. Onların gönülleri hoş tutulmak istenir.
Hikâyedeki çoban gibi Allah’ın muhabbetiyle dolup taşanlar, cezbeleri dolayısıyla âdetâ mecnun gibidirler. Harap bir köyden vergi alınmadığı gibi, Hak meczûbundan da öyle inceden inceye dînî gereklere uyması beklenmez. Onlar hatalı konuşsalar bile hoş görülmelidir. Şehîdin cesedi kanlı da olsa yıkanmaz. Çobanın bu yanlışı yüzlerce doğrudan yeğdir. Kâbe’nin içinde kıbleye dönüş söz konusu olmaz.
Din insan içindir. İnsanın hem aklı hem de rûhu ve duyguları vardır. Dînin de hem dış çerçevesi, zâhiri yâni bir takım hüküm ve kuralları; hem de iç yüzü, bâtını, vecd ve zevk yönü bulunmaktadır. Bunlardan zâhirî kısmına kısaca "şerîat" denir. Bu mânâsıyla şerîat bir bakıma akla hitab etmektedir; belli sınırları, kaideleri vardır.
Aklî ölçüler içinde kalındığı müddetçe bir problem çıkmaz. Fakat rûhî yön ve duygular söz konusu olduğu zaman durum değişir. “Hakîkat” denen bu sonuncular daha ziyâde dînin bâtınî cephesi ve zevk tarafıyla ilgilenir.
İnsanda aklî yön ne kadar ölçülü ve kuralcı ise, rûhî ve mânevî yön o kadar coşkuludur, sınırsız ufuklara doğru kanat açmak ister. Ne var ki, bu iki yön arasında imkân nisbetinde bir denge kurmaya çalışmak gerekir.
Kaynak: www.semazen.net
RABITA*I SERIF

RAMAZAN BIZI MUBAREK KILSIN
Parçanın parça olduğunu gözden kaçırıyor, parçayı bütün sanıyoruz Parçayı bütün sanmak, hem parçaya hem bütüne haksızlık oluyor Zira parçadan bütünün rolünü üstlenmesini bekliyoruz Parça bu ağır yükü kaldıramıyor
Sonuçta, parça ile bütün arasındaki kopmaz ilişkiyi gözden kaçırıyoruz Varolan irtibatı dağılan ve dağıtan tasavvurumuzla biz koparıyoruz Parçayı parça olarak görseydik parçanın altında ezilmeyecek, parçadaki olumsuzluğa takılıp bütündeki güzelliği fark edecektik Parçada “şer” gibi görünenin bütünde “hayır” olduğunu anlayacaktık Parçada zeval suretinde tecelli edenin bütünün kemalinden kaynaklandığını fehmedecektik Bu yüzden gündelik yaşıyoruz Günü yaşamakla gündelik yaşamak arasında sera ile süreyya arasındaki fark kadar fark var Gündelik yaşamak, “mutlak zamanı” (dehr) gözden kaçırmak demek Gündelik yaşamak, zamanı aşan bir zamanın olduğunu fark etmemek demek Gündelik yaşamak, organizmaya teslim olup ruhu teslim almaya kalkışmak demek Arif “vaktin çocuğu”dur, “günün çocuğu” değil Gündelik yaşayanlar, hayatı kendi bütünlüğü içinde göremezler
Hayatı kendi bütünlüğü içinde göremeyen, hayatın çok mertebeli bir hakikat olduğunu, kendi yaşadıkları hayat basamağının, birçok mertebeden sadece biri olduğunu fark edemezler Yaşadıkları mertebeyi hayatın bütünü sanırlar Parçayı bütün sanan herkes gibi cezalandırılırlar Cezaları, bir ömrü bir gün kadar bereketsiz yaşamaktır Gündelik yaşayanlar, zamanın esiri, hatta oyuncağı olurlar Esirin ruhu var, oyuncağın ruhu yoktur Günün getirdiklerine maruz kalırlar Git gide günlükten anlık yaşamaya geçerler
Kendilerine bakteri muamelesi yaparlar Tepkileri, sevgileri, aşkları, nefretleri, ilgileri, dikkatleri, rikkatleri, iradeleri, sevinçleri ve hüzünleri anlık veya günlüktür İşte bir ömrü bir gün kadar bereketsiz kılmanın formülü budur Kur'an, bu tiplerin ahiretinden bir pencere açarak şu diyalogu nakleder: - Dünyada ne kadar kalmıştınız? - Bir gün ya da bir günün yarısı kadar? İşte bereketsizlik dediğim şey de bu Bir ömür yaşayacaksınız, ama bir gün kadar bereketsiz geçecek Peki, bunun tersi de mümkün mü?
Elbette, bir günü-geceyi bir ömür kadar bereketli yapmak mümkündür İşte Ramazan, bize bir geceyi bir ömür kadar bereketli yapmanın formülünü sunan ilahi bir imkândır Ramazan bize dağılmışımızı toplamak için gelir Başta kendimizi toplamayı öğretir Aklımızı, duygu ve düşünce dünyamızı, ruh ve hatta bedenimizi toplamayı öğretir
Ramazan bize parçamızı bütünlemek için gelir Parçaladığımız hakikatin hakikat olmaktan çıktığını öğretir Mukayyet zamanı mutlak zamana dikmemiz için elimize bir gök iğnesi tutuşturur Nasıl ki namaz dünya astarını ahiret atlasına günün beş yerinden dikme talimiyse, oruç da bunun yıllık talimidir Ramazan bize unuttuklarımızı hatırlatmak için gelir Başta kendimizi unuturuz
Ramazanın en çok hatırlattığı da kendimizdir En büyük amacı ise “şahit olan ben” idraki inşa etmektir Şahit olan ben, şehadet kelimesini sadece diliyle okumaz, varlığıyla okur Sadece okumakla kalmaz, kelime-i şehadet onun varlığında okunur O artık hem okuyan, hem okunandır Hem şahit olan, hem şahit olunandır Kendisi bu mübarek kelimenin yazılı olduğu fiili ve aktif bir levha olur İşte o zaman her bir hücresi şu gerçeği haykırır: Biz bu cihana sahip olmak için değil, şahit olmak için geldik Ramazan bize kaybettiklerimizi buldurmak için gelir En çok kaybettiğimiz de kendi benliğimizdir Sahi, kendini kaybeden neyi kazanır ki? “Ben” demeyi hak edecek bir ben idrakine ulaşmayanın “benim” demesi ne kadar da gülünçtür Böyle birinin “benim” dediği hiçbir şey gerçekte kendinin değildir O yoktur ki, onun olsun İşte onun için hakikat şudur: Oruç bizi tutar Oysa biz, orucu tuttuğumuzu sanırız Bir yere kadar doğrudur Zira orucu gerçekten tutanları oruç da tutar Dik tutar, diri tutar, kendinde ve agâh tutar
Ve işte tam bu nedenle: Oruç tutmak kendini tutmaktır “Ramazanınız mübarek olsun” demeyeceğim O zaten öyledir Ramazan bizi mübarek kılsın
ALINTIDIR